Öğretim Üyesi Annenin Çocuğu

Öğretim Üyesi Annenin Çocuğu

Öğretim üyesi anne, çocuğunun bir değil birçok sorunu olduğunu; “Hayatımda bunun gibi beceriksiz, zor öğrenen, korkak bir çocuk görmedim!» sözleriyle anlatmış oluyordu. “Sanırım anlatmaya baştan başlamam, sizin için daha faydalı olacak” dedi ve devam etti: “Modern bir ailede büyüdüm. Kocamla üniversite sıralarında tanıştık, ikimizin de dünya görüşleri aynıydı. İdealist bir genç görünümü veriyordu. Benim gibi o da kadın erkek eşitliğine inanıyordu. O yaşlarda feminizm felsefesi bana çok çekici gelmişti.

Öğretim Üyesi Annenin Çocuğu

Beraber olduğumuz o genç adam, “Kıskanmak ilkel bir duygudur. Kadını kıskanan erkek, ona sahip olduğunu düşündüğü için kıskanmaktadır. Kadın-erkek eşitliğine inanan erkeğin kıskanmaya hakkı yoktur” diyordu. Bir erkekten bunları duymak çok hoşuma gidiyordu. Birlikte planlar yapıyorduk. Okul bitip işlerimizi yoluna koyduktan sonra evlenecektik, ama yine her zamanld gibi hür olacaktık. Ev kirası dâhil bütün masrafları ortaklaşa karşılayacaktık. Birbirimizi hiçbir konuda zorlamayacak, hesap sormayacaktık Çocuk yapmaya karar verirsek bakıcı tuttuğumuzda masraflarını ortaklaşa karşılayacak, eve geldiğimizde ortaklaşa bakacaktık Birimiz mama yaparken, öbürümüz bezini değiştirecekti.

“Çok iyi fikir” diye onaylıyordu beni genç adam. Üniversite bitti, ben aynı üniversitede asistan olarak göreve başladım. O da bir şirkette iş buldu. Artık ikimiz de para kazanıyorduk, yurtta kalmaya gerek yoktu. Birlikte bir ev tuttuk. Öğrencilik yıllarında kız-erkek arkadaşlığına hoşgörü ile bakan hocalarımız, mezun olduktan sonra tutumlarını değiştirdiler. Beni okul sıralarında çıktığım gençle gördükçe: “Ne zaman evleniyorsunuz?” demeye başladılar. Bunun anlamı, “Artık evlenmeniz gerekir” demekti. Onların bu tutumu bana çok gülünç geliyordu. Profesör olmuşlardı, bilimle uğraşıyorlardı, ama hala gelenekçi düşünüyorlardı.

Birlikte olduğumuz gençle konuşup konuyu tartıştık. “Eğer istedikleri bir nikâh belgesi ise evlenip onları sevindirelim,’” dedim. “Haklısın, resmi nikâh ailelerimizi de sevindirir” dedi genç adam. Nikâh merasimi bizim için bir oyundu, çünkü nikâh öncesi ve sonrası arasında hayatımızda bir değişme olmayacaktı.

Doktora yapabilmem ve mesleğimde ilerleyebilmem için yabancı dil şarttı. Bir İngilizce dershanesine kaydoldum. Akşamları ve hafta sonlarını İngilizce dersleri alıyordu. Aynı zamanda doktora yapmak için de kollan sıvamıştım. Tezim, “Çocuk eğitiminde ailenin ve çevrenin rolü” konusunda olacaktı. Başarılı, bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen bir çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiğini anlamak ve anlatmak istiyordum.

Yoğun çalışmalarım sebebiyle, artık genç adamla fazla beraber olamıyordum. Bir akşam ona, çocuk eğitimi konusunda hazırlamayı düşündüğüm tezin planını gösterip fikrini sordum. Planı inceledikten sonra; “Bu tez eğitim çevrelerinde ses getirecek, seni tebrik ederim” dedi. Gururumun okşanması hoşuma gitmişti. Tekrar çalışmaya daldım. Genç adam biraz sonra elinde bir kahvaltı tepsisiyle geri döndü. ‘Araştırmacımız acıkmıştır, buyursun birlikte kahvaltı yapalım” dedi. Beraber olmamızı sağlamak için buna benzer buluşları çoktu. Ben de fazla ses çıkarmıyor, ona fırsat veriyordum.

Kahvaltıda yaptığı teklif günlerce zihnimi meşgul etmişti: “Bir çocuk yapmaya ne dersin? Böylece modern eğitim konusundaki prensiplerini uygulama fırsatı bulmuş olursun.” diyordu. Teklif oldukça ilgi çekiciydi. Ancak iş ciddiye binince içimi bir korku sarmıştı: Gebe kalmak, karnında dokuz ay boyunca bir bebek taşımak, doğum yapmak, anne olmak. … Hem kariyer yapıp hem bunların altından kalkabilecek miydim? Ya çocuk beni kendine bağlar, klasik ev kadınlığına özendirir, bilimsel çalışmalarımı engellerse. Hayır! Buna asla izin veremezdim. Ben güçlü bir kadındım. Gerçekleştirmem gereken ideallerim vardı. Bir çocuk, hayat boyu kurduğum hayallerimi engelleyemezdi.

Bir çocuk sahibi olmak, onu eğiterek güçlü bir kişilik kazandırmak, başkalarına göstererek, “işte başarılı ve bağımsız bir kişilik böyle kazandırılır” demek isterdim. Bir yanım böyle derken bir yanım da korkuyordu, kendimi bir çocuk sahibi olmaya hazır hissetmiyordum. Sonunda kendimle yaptığım kavgayı kazanmış, bir çocuk sahibi olmaya karar vermiştim.

Doktor, hamile olduğumu söylediği gün içimi anlamsız duygular kaplamıştı. Evet, artık bir anne adayıydım. İçimde bir can taşıyordum. Çocuğum kız mı, erkek mi olacaktı? Güzel mi, çirkin mi, sağlıklı mı olacaktı? Ya özürlü bir çocuğum olursa? Birçok anne adayı özürlü çocuk doğurmuyor muydu? Sağlıklı veya sağlıksız çocuk doğurmak annenin elinde miydi? Hangi anne özürlü bir çocuk doğurmak ister? İlk defa içimden Allah’a inanmak isteği doğdu.

içimde bir varlık yaşıyordu, ama ben onu göremiyordum. Sağlıklı beslenmekten ve periyodik doktor kontrolüne gitmekten başka elimden bir şey gelmiyordu. Ama onu seviyordum, ona acıyordum. İçimden sağlıklı gelişmesi için dua etmek geliyordu. Nasıl dua edeceğimi bilmiyordum. Ana rahmindeki bir bebeğin nasıl geliştiğini, nelerden etkilendiğini öğrenmek için kitaplar aldım, özellikle embriyoloji konusunu incelemeye başladım. Bu araştırmam tezimi hazırlamada da yardımcı olacaktı.

Embriyoloji konusunu incelerken karşılaştığım bilimsel bir gerçek karşısında ağlamamak için kendimi zor tuttum. Bu gerçek neden bebeğime karşı sevgi ve acıma duyduğumu açıklıyordu. Bir anne adayı hamile kaldığı andan itibaren beyni sevgi ve şefkat hormonları salgılayarak annenin bebeğine bağlanmasını sağlıyordu. Bu tesadüf olamazdı. Görünmeyen bir güç bebeği koruyordu.

Çocuğun babası olacak genç adam, bendeki değişikliği fark etmiş; bir anlam veremiyordu. Beni anlamamakta haklıydı. Karnında bebeği taşıyan o değildi. Hani kadın ve erkek eşitti? Bu nasıl eşitlikti? Vücudumdaki değişiklikler gün geçtikçe beni etkiliyordu. Yemek kokuları beni rahatsız etmeye başlamıştı. Kitaplar, halk arasında buna “aşerme” dendiğini yazıyordu. Fazla kilolar, çabuk yorulmalar, beni rahatsız ediyordu. Çocuğumun babası olacak adam aynı adamdı.

Çok ilginç: Daha önce hiç dikkat etmediğim, önemsemediğim şeylere dikkat eder ve önemser oldum. Adam eve geç gelince kızıyordum. Erken gelsin, bir yere takılmasın; benimle ilgilensin istiyordum, ama söyleyemiyordum. Beni kendi silahımla vuracağından korkuyordum: “Birbirimize baskı yapmak, farklı davranmaya ve farklı düşünmeye zorlamak, kıskanmak, sahiplenmek yok” diyecekti. Çünkü öyle anlaşmıştık.

Karnım her gün biraz daha şişiyor. Bebeğim gittikçe ağırlığını hissettiriyor. Ara sıra tekmelerini duyuyorum. “Evet, tatlım, seni duyuyorum ve seni seviyorum” diyordum. Beni duyduğunu, onu sevdiğimi hissettiğini biliyordum. Son embriyo araştırmaları öyle diyordu. Doktor bebeğimin cinsiyetini 20. ayda ultrasonda görebileceğimi söylemişti. Daha önce de tahmin etmek mümkün ise de bu haftalar daha garantiliymiş.

Bebeğim beni öğrencilerime de yakınlaştırmıştı. Daha önce hatırımı sormayan öğrenciler, özellikle kızlar, karşılaştıkça “Hocam sağlığınız nasıl, bebek iyi mi?” diye soruyorlardı. Onlara artık kızmıyorum, bağırmıyorum. Zayıflık mıdır, duygusallık mıdır, annelik içgüdüsü müdür, bilmiyorum. Bildiğim tek şey ben değişiyorum, eski ben değilim. Çocuğumun babası olacak adam da değişiyor. Bana olan ilgisi iyice azaldı. Bazı geceler eve gelmiyor. Soramıyorum: “Arada başka bir kadın mı var?” diye. Anlaşmamızda hesap sormak yoktu. «Şu bebek bir doğsa, ben sorarım ona!” diye teselli buluyorum. Çünkü sadece benim bebeğim değil; onun da bebeği, ilgilenmek zorunda. Öyle anlaşmıştık.

Doğumum yaklaşıyor. Günler sayılı. Genç adam yok ortalarda. Şimdi bir de “iş seyahatleri” çıktı. Burnu havalarda. Neymiş; “müdür” olmuşmuş. Müdürleri oldum olası sevmem. Burnu havada adamlardır. Her şeyi onlar bilir. Memurun açığını yakalamaktan avını yakalamış avcı gibi zevk alırlar.

Son kontrole gidiyorum. Doktor, “Bugün veya yarın” diyor. Gerçekten de ertesi gün sancılarım başlıyor. Genç adam yine iş seyahatinde. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Bir taksi çağırıp doğumevine gidiyorum. Galiba bir ben yalnızım. Doğum için gelen diğer kadınlar, yani bir zamanlar küçümsediğim ev kadınları, elleri kocalarının elinde, bana acıyarak bakıyorlar, içimden, “Ben güçlüyüm, ben güç-lüyüm!” diyorum ama buna ben de inanmıyorum.

Doğumum çok zor geçiyor. Doktor, “Gevşe, sıkma kendini!” diyor, ama imkânsız. Kaskatıyım. “Bebeğini düşün, sağlığım düşün; başka hiçbir şey düşünme!» diyen doktorun sesini zor işitiyorum. Adalelerimin gevşemesi için kaç iğne yaptılar bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda, beyaz çarşaflı bir yatakta buluyorum kendimi. Başım müthiş ağrıyor. Oda arkadaşım hanım, “Geçmiş olsun kardeş!” diyor ve devam ediyor: “Doğumun çok zor olmuş. Hemşire bebeğini sezaryenle almak zorunda kaldıklarını söyledi.”

“Bebeğim, bebeğim!” diyorum, ama devamını getiremiyorum. «İlk bebeğin değil mi? İlk bebeğimde ben de çok heyecanlandım, ama …“ Sinirimden çarşafları yırtasım geliyor. “Be geveze kadın, söylesene, bebeğime ne oldu? “ diye-biliyorum. Kadın, sanki bir suç işlemiş gibi utanıyor. “Merak etme, korkma, kardeş, nur topu gibi bir kızın olmuş, hemşire birazdan getirir, kucağına verir, müjdemi isterim ha” diyor.

Bu sefer utanma sırası bana geliyor. “Özür dilerim” diyorum ve ağlamaya başlıyorum.

Çok geçmeden içeriye bir hemşire giriyor. “Bizi korkuttun be hanım! Ne ödlek şeymişsin ayol! Senin kocan, bir yakının yok mu? İnsan doğuma yalnız gelir mi?” İçimden: “Benim kim olduğumu biliyor musun, sana ne be kadın!” diyesim geliyor, ama sabrediyorum. Gülerek: “Bebeğini getireyim de moralin düzelsin” dedi. Birden bire kadına olan kızgınlığım geçti. Heyecanlı bir sesle: “Lütfen” dedim.

Hemşire kucağında işlemeli pembe kundağına sarılı bir bebekle çeri girdi. Kollarımı bebeğime doğru uzattım. Kucağıma aldım. Sevinçten ağlamamak için kendimi zor tuttum. Bu siyah saçlı melek benim kızım mıydı? Neden “siyah saçlı melek” dediğimi çok sonra hatırladım. Rahmetli anneannem beni “siyah saçlı meleğim” diye severdi. Öpmeye kıyamadım, yanağını yanağıma dedirdim. Bütün ağrılarımı unutmuş, kuş gibi hafiflemiştim.

Oda arkadaşımın sesiyle kendime geldim: “Emzir bebeğini kardeş! Bismillah de, başla. “ Mememi bebeğimin ağzına verirken, tuhaf şeyler hissediyorum. Hayır, hayır; tuhaf şeyler değil; güzel şeyler. Sütümü verirken sanki verdiğim sadece süt değildi. Sevgi de veriyordum. Bütün benliğimle onu seviyordum. Bakım odasına götürdükleri zaman özlüyordum. Sevgi ve özlem birbirini tamamlıyordu. Bebeğimin babası genç adamı da sevmiştim, ama özlemiyordum. Eğer özlemiyorsam bu gerçek sevgi değildi. Sevdiğim adam şimdi neredeydi? Beni ve çocuğumu/çocuğumuzu merak ediyor muydu?

Kapıda bir adam, kucağında koca bir demet çiçek. Adımı soruyor. “Benim” diyorum. “Müdür Bey, yanınızda bulunamadığı için çok üzgün. Ne yaparsınız, iş hali işte. Bizi telefonla arayıp çiçek yaptırmamızı ve sizi ziyaret etmemizi söylediler. Sizi de bir kaç defa aramış ama ulaşamamış.”

Çiçekleri birlikte getirdiği vazoya özenle yerleştirdikten sonra “geçmiş olsun” dileğinde bulunuyor ve bir ihtiyacım olup olmadığını soruyor. Çok canım sıkılıyor. “Müdüre söyle kendisi gelip bir ihtiyacım olup olmadığını sorsun” diyorum.

Adam gittikten sonra içimden çiçekleri pencereden aşağı atmak geliyor, ama oda arkadaşımdan utandım. Çiçeklerin arasında bir kart olduğunu fark ediyorum. Kartı alıyorum:

“Sağlık ve mutlu…..“ Devamını okumuyorum, Kontrolümü yitiriyorum. Kartı yırtarken avazımın çıktığı kadar bağırıyorum: “Yalan! Yalan! Hepsi yalan! Allah kahretsin! Allah kahretsin!” Çiçek vazosunu tutup yere fırlatıyorum. Vazonun kırılan parçaları ve çiçekler odanın her tarafına dağılıyor.

Oda arkadaşım korkuyor. “Eyvah kadıncağız delirdi!” diyor. Oda hemşiresi gürültüyü duyup koşarak geliyor. Beni o halde görünce doktoru çağırıyor. Doktor geliyor, sakinleştirici bir iğne yapıyor. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, uykuya dalıyorum.

Hastanede kaldığım bir hafta içinde geveze arkadaşıma alışıyorum. Sanırım o da bana alışıyor. O olmasaydı mutlaka yalnızlıktan ve sıkıntıdan patlardım. Her gün bu kadar konuşacak çok şeyi nereden bulup çıkarıyor, hayret ediyorum. Ailesi, akrabaları, komşuları dışında sosyal bir çevresi yoktu. Ev işlerinden ve çocuk bakımından başka bir bilgisi yoktu. Hayatından memnundu.

Uç çocuğu varmış. Bu yeni bebekle dört olmuş. “Allah duamızı kabul etti, üç oğlandan sonra bir de kızımız oldu” diyordu. Kocası her sabah işe giderken erkenden uğruyor, kirli bezleri alıp temizlerini bırakıyordu. Her seferinde bana da bir ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. Bir şeye ihtiyacım yoktu. Hemşireye bol bahşiş verdiğim için her ihtiyacımı gidip alıyordu. Arkadaşım komşuların gönderdiği nefis dolmalardan, tatlılardan bana da veriyor, almak istemediğim zaman çok üzülüyordu.

Bugün günlerden Pazar, yarın arkadaşım taburcu ediliyor. Ben birkaç gün daha kalacağım. Ziyaret günü olduğu için kocası gelirken çocuklarını da getirmişti. Komşularının hepsi sanki hastaneye taşınmışlardı. Çocuklarına sarılışı, onları öpüp koklayışı beni çok duygulandırıyordu. Bu insanlar, az şeyle nasıl bu kadar mutlu olabiliyordu? ,

Arkadaşım gitmek için hazırlık yapıyor. İçimi, anlam veremediğim bir hüzün kaplıyordu. Sanki bir yakınımı kaybe-diyormuşum gibi üzüntü duyuyorum. Kendisini çok bilgili zanneden ben, bu geveze, bu cana yakın kadından ne çok şey öğrenmiştim. Üzüntümü o da fark etmişti: “Ne somurtuyorsun öyle, gülsene be kardeş. Gidiyorum diye benden kurtulacağını mı sanıyorsun. Seni çok sevdim vallahi. Arkadaşlığımız burada bitmeyecek değil mi? Görüşeceğiz değil mi?” Gözlerim doluyor, boğazıma bir şeyler düğümleniyor. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum, içimden: “Sus geveze kadın, sus! Beni daha çok yaralama. Fikirlerimi, görüşlerimi, dünyaya bakış açımı alt üst ettin. Kendimi artık zor bulurum!” diyorum. Yanıma yaklaşıyor. Elini omzuma koyuyor: “Yanına oturabilir miyim?” diyor. Ben cevap vermeye fırsat kalmadan yatağımın kenarına oturuyor. Göz göze geliyoruz. Aman Allah’ım! Bunlar ne sıcak, ne şefkat dolu bakışlar böyle. Anneminkiler kadar sıcak, onunkiler kadar içten. Birden bire boşalıyorum. Hıçkıra hıçkıra başımı arkadaşımın göğsüne yaslıyorum. Sarılıyor bana. Bir ana gibi! Allah’ım! Ağlamanın böyle haz verici, böyle mutlu edici bir şekli olduğunu hiç bilmiyordum.

“Artık evine dönebilirsin!” diyor doktor. Evime mi? Hangi evime? Beni bekleyen kimsenin olmadığı, ıssız, soğuk, Müdürle ortak kiraladığımız otel evine mi? Bir taksi çağırıp çocuğum kucağımda eve dönüyorum. Ev soğuk, ev sessiz. Apartmanda tanıdığım hiç kimse yok. Sabahları işe giderken kapıda karşılaştığımız ve nezaketen yalancı bir tebessümle “günaydın” dediğimiz bu insanların hiçbirini yakından tanımıyordum.

Müdür nihayet iş seyahatinden dönüyor. Onu kapıda gördüğüm zaman hiç heyecanlanmıyorum, sevinmiyorum. Doğumuma gelemediği için özür diliyor, çok önemli bir iş görüşmesiymiş. “Sana hesap soran yok ki, neden kendini zorluyorsun” diyorum. Sesimin alaylı tonu Müdürü rahatsız ediyor. “Yorgunum çay yapıp içmek istiyorum” diyor, mutfağa yöneliyor. Çay bahane, benden kaçıyor, tartışmak istemiyor. Eskiden olsa “Sana da getireyim mi?” derdi. Yarım saat oldu, mutfaktan döndüğü yok. Belki de odasına çekilmiştir.

Kendi kendime soruyorum: “Ben mi değiştim, o mu değişti?” Değişen bendim. Adam aynı adamdı. Ben bu adamın nesini sevmiştim? Demek adamı değil, fikirlerini sevmiştim. Onurumu okşayan feminist görüşlerinden dolayı kadına değer verdiğini zannetmişim. Nihayet elinde çay tepsisi, dudaklarında zoraki bir tebessüm odama giriyor. Birden içimde bu adama karşı acıma hissi uyandı. Hayret doğrusu kızacağıma acıyorum. Adam koskoca müdür, nesine acıyorum ki? Bilmiyorum, ben de bilmiyorum neden acıdığımı.

Zahmet edip çay getirmiş, içmemek olmaz. Çayı aldım, ama içimden teşekkür etmek gelmiyor. Çaylarımızı içerken: “Seni iyi gördüm, doğumun sorunsuz geçmiş” dedi. Elimdeki çayı yüzüne fırlatmamak için kendimi zor tutuyorum. Allah’ım, bu ne biçim insan? Be adam, taş mısın, hiç mi çocuğunu merak etmiyorsun? Dudaklarımdan :“Kızını görmek istemiyor musun? Neye benzediğini merak etmiyor musun?” cümleleri dökülüverdi.

“Kızım mı?” dedi inler gibi bir sesle. Yüzü kireç gibi, bembeyaz kesildi. “Evet, kızımız” dedim. “Senin babası, benim annesi olduğum kızımız .” Gözlerini gözlerime dikmiş öyle bakıyor. Adam şoka mı girdi ne? Uykudan uyanır gibi yüzünü ovuşturdu. “Kızımız nerede, görmek istiyorum” dedi. Evet, bu adama niçin acıdığımı şimdi anladım. Kötü bir insan değildi, öyle yetiştirilmişti.

Çocuğun odasına birlikte girdik. Perdeler henüz kapalıydı. Hemen koşarak perdeleri açtı: «içeriye ışık ve güneş girmeli!” dedi. Aslında kızının yüzünü iyi görebilmek için bunu yapmıştı. Beşiğin yanma çöktü. Kızımız uyuyordu. Ya kucağına almayı düşünemedi, ya da uyandırmaya kıyamadı. Hayranlıkla onu izliyordu: “Ne güzel bir bebek. Ne güzel bir bebek” diyor, başka bir şey demiyordu. “Onu kucağına alsana!” dedim. Büyük bir iyilikte bulunmuşum gibi yüzüme minnetle baktı. Kızını kucağına aldı. Yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Sanki öpmeye kıyamıyormuş gibi bir hali vardı. “Ne güzel kokuyor” dedi. Hayret, o da güzel koktuğunu hissetmişti.

Kızımız gözlerini açmış ağzıyla meme arıyordu, incecik sesiyle ağlamaya başladı. “Ben mi ağlattım?” dedi. “Hayır dedim, acıkmış, meme istiyor. “ Yüzüme soru dolu gözlerle baktı. “Gerçekten mi, bunu nasıl anlıyorsun?” dedi ve kızımızı bana uzattı. “Sen iş seyahatindeyken bir hayli kitap karıştırdım. Ağlama sesinden altının ıslandığını, gazı olduğunu, acıktığını ya da canı sıkılıp beni istediğini anlayabilirim.” Yüzüme beni yeni tanıyormuş gibi baktı. “Vay be, annelik seni ne kadar değiştirmiş!” dedi.

Ben kızımızı emzirirken o heyecanla anlatıyordu. “Kızımıza möbleli, pembe renkli bir karyola alalım; cibinliği de olsun. Bu mevsimde çok sivrisinek olur.” Bak sen şu müdüre, başımıza baba kesildi. “Karyolayı beraber beğeniriz, belki yatak odasıyla birlikte alırız. Parasını da ortaklaşa öderiz.” Son cümlem hoşuna gitmemişti. “Gel anlaşalım, yatak odasını sen beğen, parasını ben ödeyeyim” demez mi? Vay uyanık, vay! Belki teklifini kabul etmem diye “Kızıma doğum hediyem olsun” dedi.

Kızmış gibi yaparak: “Sen ne yapmaya çalışıyorsun? Doğumumda beni yalnız bıraktığını unutacağımı mı sanıyorsun? Hayır, müdür bey, o kadar kolay değil. Bir yatak odasıyla beni kandıramazsın.” Başını öne eğdi: “Haklısın” dedi. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum.

-“Doğum masraflarının bir listesini çıkardım, yarısını ödemen gerekiyor”

-”Tabii, tabii hemen öderim. Eğer maddi durumun sıkışık ise, hepsini ben karşılayabilirim.”

-“Hayır, buna ihtiyacım yok. Yeterli param var. “ -”Lütfen, beni daha fazla yaralama. Biliyorum, son zamanlarda seni çok yalnız bıraktım, ama kendimi işimde kanıtlamam gerekiyor. Doğumunda seni yalnız bıraktığım için de özür dilerim. O iş görüşmesine mutlaka gitmem gerekiyordu. Artık size daha çok zaman ayırmaya çalışacağım.” -”Bunu benim için mi, yoksa kızın için mi yapıyorsun? Bu değişmenin sebebini bilmek istiyorum .”

-”Ikiniz için. Daha doğrusu üçümüz için. Artık biz sıradan bir ikili değil, bir aileyiz.”

Allah’ım, bunlar ne güzel sözlerdi. Bu genç adamı yeniden sevmeye mi başlıyordum ne? Hayır, hemen yelkenleri indirmemeliyim. Yine iş görüşmeleri, toplantılar diyerek beni bebeğimle yalnız bırakabilirdi.

Kızımızın yatak odasını birlikte beğendik. Parasını müdür babası ödedi, işten gelir gelmez kızının odasına koşuyor, uyuyup uyumadığına bakmadan öpüp kokluyordu. Kocam gerçekten değişiyordu. Benim değiştiremediğim adamı küçücük bir bebek değiştiriyordu. Babasını görür görmez sevinçten uçuyor, kuşlar gibi cıvıldıyordu. “Kızlar babacı olur” dedikleri doğruymuş.

Artık eski “sen-ben” ayırımı kaybolmuş, hesaplar karışmıştı. Kimin daha çok harcama yaptığı belli değildi. Doğum iznim bitmişti, üniversitedeki görevime geri dönmem gerekiyordu. Kızımızı işini çok iyi yapan, deneyimli okulöncesi eğitimi almış bakıcı ve eğitmenlerle çalışan bir kreşe verdik. Sabahları ben bırakıyordum, akşamları babası alıyordu. İşten döndüğümde çoğu zaman ikisini baş başa oynarken görüp kıskanıyordum. Babası mamasını yedirip, bezini de-ğiştirebiliyordu.

Doktorum sütümün kesilmemesi için ne yapmam gerektiğini anlatmıştı. İlk iki sene anne sütü çok önemliymiş. Bol sıvılı ve vitaminli yiyecekleri tercih ediyordum. Gece yatmadan önce pompa ile sütümü çekiyor, bir cam biberona dolduruyordum. Sabahları kreşe götürdüğüm zaman biberonu bakıcısına veriyor, uyandığında içirmesini söylüyordum.

Kızımız çok zeki, ama fazla duygusal bir çocuk. Azıcık sert konuşsam veya azarlasam başlıyor ağlamaya. Şimdi anaokuluna gidiyor, 4 yaşında, ama kedine güveni yok. Öğretmeni oyunlara katılmada isteksiz olduğunu söylüyor. Ne dersin doktor, nerede yanlış yapıyoruz? O kadar kitabı boşuna mı okudum?”

-“Hikâyeniz beni çok etkiledi. O kadar güzel anlattınız ki.” -“Eh, ne de ola hocayız; ağzımız laf yapar.”

-”Kaç yaşında demiştiniz?”

-”Dört yaşında. Anaokuluna gidiyor.”

Anne ile yaptığımız görüşmede çocuktan yeteneğinin üzerinde beklentileri olduğunu, çocuğun bu yüksek beklentileri karşılayamadığı için özgüven kaybı yaşadığını gördük. Çocuk sık eleştiri aldığı için sevilmediğini düşünüyordu. Anneye yüksek kariyer sahibi ailelerde bu tür sorunların yaşandığını anlattık. Tutum değiştirmesini, eleştirmekten vaz geçmesini, her fırsatta çocuğa kendisini sevdiğini söylemesini, küçük başarılarını överek cesaretlendirmesini tavsiye ettik.

“Sizi anlıyorum” dedi anne. Kızımın kendisini çok sevdiğimizi bildiğini sanıyorum, ama bir de onun açısından bakmamız gerekiyor. Sizi dinlerken bir kitapta okuduğum sözler aklıma geldi. Çocuğa bir şey söylerken niyetimiz çok önemli değildir, çocuğun bu sözden ne anladığı önemlidir; değil mi doktor?”

-“Evet, hocam; aynen öyle.”

-“Yine görüşürüz, doktor. Artık sırdaş sayılırız.” -“Sırrınız bizde saklıdır, içiniz rahat olsun.”

Anneyi dinlerken devamlı not aldık, böylece bu hikâye doğdu. Hikâyeye biraz da duygusallık kattık. Meslek ahi ala gereği isim kullanmadık.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir