Ölümsüzlüğün Peşinde

Ölümsüzlüğün Peşinde

Ölümsüzlük Peşinde

“Birini ölüm kadar korkutabilecek başka bir şey var mı? Oysaki ölümsüzlükle tehdit etmek çok daha özgün olabilirdi”

ORTALAMA YAŞAM SÜREMİZ geçtiğimiz yüzyıla oranla yaklaşık iki katma çıktı. Modern bilimler sayesinde hastalıkların birçoğunu yenmeyi başardık. Şimdi de yaşlanma sürecini yavaşlatmanın peşindeyiz. Sonsuza dek yaşamak belki sadece bir hayal olabilir.

Ama bilim insanları yaşam süremizi hayal edebileceğimizden daha fazla artırmanın yollarını aramaya devam ediyorlar.

İnsanoğlu var olduğundan beri ebedi hayatın peşinde koşuyor. Kimi tarih kitaplarına göre; keşifler çağında denize açılan büyük kaşiflerin çoğu Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand’m takıntı haline getirdiği gençlik çeşmesini aramak için yola çıkmışlar.

Kolomb’un da aynı sebeple Hindistan’a varmaya çalıştığı söylenir. Doğru mu, bilinmez.

Ama doğruysa, bu büyük maceranın ölümsüzlük çeşmesi yerine Amerika’nın keşfiyle sonuçlandığı ortada.

Yaşayan her organizma için zamanın ve deneyimin bittiği bir nokta var. Bu nedenle geleceğe bir şekilde izimizi bırakmaya çalışıyor, tamamen yitip gitmemek ve unutulmamak adına genlerimizi sonraki nesillere aktarıyor, kitap yazıyor, beste yapıyor, icatlar peşinde koşuyoruz. Sonuçta her bir nesil elindekinin en iyisini kendisinden süzerek mükemmel duruma getirmeye adanmış durumda. Bunu var olduğumuz günden bu yana devam ettiriyoruz. Peki, ölümü kontrol edebildiğimiz bir gelecek kurabilir miyiz?

olumsuzlugun pesinde

Bir önceki yüzyılın başlarında ortalama yaşam süresi 30-40 yıl arasında seyrediyordu. Günümüzdeyse bu rakam 70’i aştı. Öyleyse neden 150’ye kadar artırmanın yollarını denemeyelim ki? Hatta daha fazlası da mümkün olamaz mı? Aslında ölüm, doğanın kendini yenilemesini ve organizmaları istikrarlı bir şekilde güçlendirmesini sağlıyor. Doğal seçilim her bir türün en iyilerini destekleyerek sonraki nesillerin bir öncekinden daha güçlü, daha sağlıklı, çevresel koşullara daha iyi adapte olabilen canlılar olmasını istiyor. Bu durumda bir önceki neslin, doğanın gelişim uğruna harcadığı bu çabayı tıkamamak adına yoldan çekilmesi ve yerini kendisinden üstün olan bireylere bırakması da kaçınılmaz. Özetle; ölüm, doğanın sınırlı kaynaklarını en iyi olana aktarmanın bir yolu. Böylece seçilen genler gelişimi bir sonraki aşamaya taşıyıp her alanda daha iyisinin yaratılması için çalışıyor. En azından geçtiğimiz 4 milyar yıl boyunca böyle oldu. Şimdiyse tüm bu süreci değiştirecek bir şeylerin peşindeyiz.

Genleri ve onların amaçlarını keşfetmeye başladığımızda çok önemli bir şeyi fark ettik: Bu genlerin bazıları yaşlanma sürecini yönetmekten sorumlu. Ve biz de onları genetik mühendisliğin yöntemleriyle değişime uğratıp farklı görevlerle meşgul olmalarını sağlayabiliriz. Günümüzde genlerin bir kısmını devre dışı bırakıp dilediğimiz genin fonksiyonlarını değiştirebiliyor, hatta türler arası gen aktarımı bile yapabiliyoruz. Yani yaşamı uzatmanın yolunu zaten keşfettik. Bunun dışında, doğa da bu gelişime sürekli katkıda bulunduğu için, bazı bilim insanları, 150 yıl yaşayacak olan ilk insanın günümüzde doğan bebeklerden biri olacağını söylüyor.

YÂŞLANMAYANLARIN SIRRI

Nasıl bazı otomobiller diğerlerine oranla çok daha uzun yıllar boyunca yüksek performansla çalışabiliyorsa insanlar için de aynısı geçerli. Bu insanların yaşlanma süreçlerinin bizlerden farklı olduğuna hiç şüphe yok. Gençlik çeşmesi arayışım modern bilimin çalışma alanlarından birine dönüştüren araştırmacılar, yaşlanmayanları inceleyerek yeni cevaplar elde etmenin peşindeler.

122 yıl, 164 gün yaşayan Jeanne Calment de araştırmalara konu olan insanlardan biriydi. Calment, Fransa’nın şaraplarıyla meşhur bölgelerinden birinde yaşıyor, düzenli olarak şarap tüketiyor ve bolca çikolata yiyordu. Ayrıca 100 yaşına dek ulaşım için genellikle bisiklet kullandığı ve zeytinyağını diyetinin önemli bir parçası haline getirdiği (hatta cildini de sadece onla nemlendirdiği) biliniyor. Ancak genetik faktörler de göz ardı edilmemeli. Zira Calment’in erkek kardeşi de 97 yaşına kadar yaşamıştı. Peki ya 103 yaşma dek yaşayan ve 77’sinde Nobel ödülüne layık görülen İtalyan nörobiyoloji uzmanı Rita Levi-Montalcini’ye ne demeli? Son doğum gününde kendisiyle yapılan bir röportajda; “Şimdi 20 yaşıma oranla çok daha üstün bir zihinsel kapasiteye sahibim ve bunda uzun yıllar boyunca edindiğim deneyimlerin büyük rolü var” diyordu. Rita Levi-Montalcini, kendi buluşu olan, sinir hücrelerini geliştirme özelliğine sahip bir göz damlası kullanıyordu. Zaten Nobel ödülünü de bu buluşla aldı.

Bilgisayar bilimleri uzmanı ve fütürist Ray Kurzweil de yaşam süresini mümkün olduğunca uzatmak isteyenlerden. Kurzweil her gün 150 adet ilaç alıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu antioksidan ve D vitamini içermekte. Kurzweil’in hedefi yeterince uzun yaşayarak bilimin yaşlanmayı durdurabildiği noktaya tanıklık etmek; “Sonrası zaten çok kolay olacak” diyor. Laboratuvarlarmda yaşamı uzatmak için yeni yollar deneyen bilim insanları, hayvanlar üzerinde işe yaradığı tespit edilen bazı yöntemler keşfettiler. Örneğin, kalori kısıtlaması bunlardan biri. Görünen o ki, özenle uygulanan bir diyet yaşam süresini uzatma konusunda önemli bir rol oynamakta. Ayrıca kırmızı şarap, çikolata, yerfıstığı ve üzümde bulunan resveratrol adlı maddenin de benzer etkiler gösterdiği tespit edildi. Bu madde Kurzweil’in diyetinde başrolü oynuyor.

Yaşlanmayanlarm sırrını ortaya çıkarmak adına şu ana dek yapılan en büyük keşif California Üniversitesi moleküler biyoloji uzmanı Cynthia Kenyon’a ait. Kenyon’ın araştırmaları genetik mühendisliği alanında bir devrim yarattı. Uzun bir yaşamın formülünü “C elegans” adı verilen solucanlar üstünde uygulanan genetik bir mutasyonda bulan bilim insanı, basit bir solucanın ömrünü iki katma çıkarmayı başardı. Üstelik kullanılan yöntem yeterince geliştirildiğinde insanlara da uygulanabilir çünkü moleküler seviyeye bakıldığında yaşamın temel süreçleri açısından çok büyük bir fark yok. Üstelik solucanlar üzerinde yapılan deneylerde sadece yaşam sürelerinin uzamadığı, mutasyona uğratılmamış olanlara oranla çok daha genç göründükleri de tespit edildi. Bu tıpkı 90 yaşında olup 45 gibi görünmeye benziyor. Kenyon’ın araştırmaları tek bir genin değişime uğratılmasına dayanıyor. Bilim insanlarının FOXO adını verdiği bu gen solucanlar için gençlik çeşmesine ulaşmanın anahtarı niteliğinde. FOXO geni, dokuları tahribe uğramaktan koruyor ve yaşlanma konusunda görev alan diğer yüzlerce geni bir orkestra şefi gibi yönetiyor. FOXO’nun aktif hale getirdiği ya da kimi zaman susturduğu bu genler, örneğin bağışıklık sistemi yönetiminden, hücreleri bakteriyel enfeksiyonlardan korumaktan ya da antioksidanlardan sorumlu olanlar. Özetle bu genlerin hepsi sağlıklı, genç bir görünüm ve uzun bir ömür konusunda çok önemli rollere sahip.

Onları yöneten gen, bir arada mükemmel seviyede çalışmalarını sağladığında uzun yaşam konusunda oldukça çarpıcı bir fark ortaya çıkıyor. Kenyon, Daf-2 adlı tek bir geni harekete geçirerek FOXO’nun normalde olduğundan çok daha aktif hale gelmesini sağladı. Ve bu ufacık değişim solucanların yaşam süresini iki kat artırmış oldu.

Hawaii’de bulunan Honolulu Sağlık Araştırmaları Merkezi (Kuakini HHP), ataları Japon asıllı olan fakat çok uzun zamandır Oahu Adası’nda yaşayan erkekler üzerinde benzer bir araştırma yapıyor. Oahu erkekleri uzun yaşamlarıyla ünlü. Aynı bireyler üzerinde 45 yıldır devam eden araştırmalarda ilginç sonuçlar alındı. Günümüzde Dr.

Bradley Willcox ve genetik uzmanı Timothy Donlon tarafından yürütülmeye devam edilen araştırmada bu benzersiz ırktan toplam 8 bin erkek incelendi. Bireylerden elde edilen DNA örnekleri üzerinde, hayvanlarda uzun yaşamın sırrı olduğu bilinen 5 farklı gen test edildi ve bunlardan birinin insanlarda da aynı etkiye yol açtığı görüldü. Bu yine FOXO geniydi. Aslında tüm insanlar FOXO genine sahip. Ancak bu adada yaşayan Japon

kökenli Hawaii erkeklerinde genin farklı bir varyantı bulunuyor. Bu mükemmeliyetçi varyant, insanlarda da yaşam süresini iki katına çıkarmayı hedef edinmiş gibi çalışıyor.

Genler tipik olarak anne ve babadan devralınan iki kopyadan oluşur. İki adet çalışkan FOXO geni varyantının bir araya gelmesi, 100 yaşına kadar yaşama ihtimalini güçlendiriyor. FOXO söz konusu olduğunda anne ve babadan gelen genler C veya G bazları oluyor. İnsanların çoğunda bu gen iki adet C bazına sahipken, yüzde 25’inde bir G ve bir C, yüzde 10’undaysa iki G bazından oluşmakta. Eğer çift G bazı içeren FOXO’ya sahipseniz siz de büyük ikramiyeyi yakaladınız demektir. Bu durumda, sağlıklı bir yaşam sürüyorsanız yüz yaşına dek yaşamayı garantileyebilirsiniz. Hatta aslında sağlıklı yaşam konusunda özel bir çaba sarf etmenize gerek kalmayabilir. Çünkü bu gen mükemmel sağlık seviyesinde kalmanız için çalışıp kendisine bağlı tüm diğer genleri oldukça yüksek seviyede iş görmeye zorluyor. Özetle FOXO geninin insanlarda da yaşlanmayı geciktirdiği, sağlıklı bir beden ve uzun bir yaşam yarattığı ispatlanmış oldu.

Hawaii’deki bu araştırmanınsonuçları tüm dünyaya hızla yayıldı. Geçtiğimiz yıllarda birçok farklı ülkede yapılan yeni araştırmalarda aynı sonuçlar tekrar tekrar doğrulandı. New York Albert Einstein Tıp Okulu’nda yapılan bir araştırmada, Aşkenaz Yahudilerinde de aynı FOXO varyantı olduğu ve bu sayede birçoğunun 90 yaşından fazla yaşadığı tespit edildi. Üniversitenin Yaşlanma Araştırmaları Merkezi yöneticisi Dr. Nir Barzilai; “FOXO geni üzerinde yürütülen araştırmalar, tüm dünyada konu hakkında şu ana dek en ikna edici ve en istikrarlı sonuçların alınmasını sağladı. Bu da bulduğumuz şeyin gerçekten uzun bir ömrün anahtarı olduğunu göstermekte” diyor. Eğer çift G bazlı FOXO varyantına sahip değilseniz bir süre daha beklemeniz gerek. Solucanlarda yapılan genetik mutasyon işlemi henüz insanlar üzerinde denenmedi ama bu bulguların ışığında yaşlanmaya bağlı sorunları ortadan kaldırmak adına yeni ilaçlar yaratılması hedefleniyor.

MUCİZE İLAÇ YOLDA!

Açıkça görünüyor ki yaşlanma süreci genetik faktörlere bağlı olarak değişiyor. Ama hepsi bu kadar da değil. Örneğin, Nir Barzilai’in uzun yıllardır araştırdığı Aşkenaz Yahudileri 1900’lerin başlarında dünyaya geldiler. Yani şimdi ortadan kalkmış olan bazı çocuk hastalıkları nedeniyle birçok çocuğun hayatım yitirdiği bir dönemde. Bir şekilde bu hastalıklara yakalanmamayı başarmışlar. Dahası, orta yaş ve üzerindeki insanlarda görülen kalp hastalıkları veya kanser gibi hastalıkların da hiçbir zaman hedefinde olmamışlar.

Her şeye rağmen sağlıklı kalıp 100 yaşlarını görmeyi başardıklarını söyleyebiliriz. Üstelik Dr. Barzilai’in incelemeye aldığı bireylerin hayatları boyunca pek de sağlıklı beslendikleri söylenemez. Neredeyse yarısının uzun yıllar boyunca alkol ve sigara kullandığı, yüzde 50’sinin aşırı kilolu olduğu, vejetaryen olanların sadece yüzde ikiyi temsil ettiği ve neredeyse hiçbirinin spor faaliyetlerine zaman ayırmadığını da eklemek gerek. Barzilai, “Sağlığınıza çok dikkat etseniz ve düzenli spor yapsanız bile bunların sizi 100 yaşma kadar yaşatmasını bekleyemezsiniz. Bunun için iyi genlere ihtiyacınız var” diyor. Peki, genler bunu nasıl başarıyor?

Dr. Barzilai’in incelediği kan örneklerinin tamamında iyi kolesterol olarak da bilinen HDL oranının oldukça yüksek bir seviyede olduğu görüldü. HDL, kötü kolesterolün karaciğere taşınıp işlenmesini ve fazlasının vücuttan atılmasını sağlıyor. Yani HDL oranınız ne kadar yüksekse o kadar iyi. Özellikle 100 yaşını görmeyi başarmış olan Aşkenazlarda HDL oranının çok daha yüksek seviyelerde olduğu tespit edildi.

Bu konuda derinlemesine bir DNA analizi yapan araştırmacılar, insanlardaki 500.000 farklı kolesterol geni varyasyonuyla bu bireylerden alınan DNA örneklerini karşılaştırdı. Sonuçlar, üç farklı gen üzerinde toplam üç adet nadir görülen mutasyonu işaret ediyor. Bunlardan biri oldukça olumlu bir gen varyantı olan APOC3. Bu gene sahipseniz kalp krizi geçirme riskiniz yok denecek kadar azalıyor ve diyabete karşı yüksek oranda koruma elde ediyorsunuz. Bir diğer gen IGF-r ve buradaki mutasyon yaşlanmada rol oynayan bazı gelişme hormonlarının daha iyi ayarlanmasını sağlıyor. Üçüncü mutasyon ise CETP adlı proteinde tespit edildi. Bu mu-tasyona sahip CETP genotipi, HDL kolesterolü seviyesinin yüksek olmasını sağlıyor. Buna sahip olan insanlarda sadece diyabet ve kalp hastalıkları değil, bir de bunama ve Alzheimer riski de azalmış oluyor.

Bu insanların doğuştan şanslı olduklarına hiç şüphe yok. Ama artık onlar sayesinde, onlar kadar şanslı olmayanların da yaşam sürelerini uzatma ihtimali olacak. Bugünlerde bir ilaç firması aynı mutasyona sahip genotipi taklit edecek bir CETP inhibitörü üretmek için çalışıyor. Deneme aşamasındaki ilacın çok etkili olduğu ve şu ana dek hiçbir yan etki oluşturmadığı söylenmekte. Ama tabii yaşlanma başlı başına bir hastalık sayılmıyor. Fakat bu tür ilaçlar piyasaya sürülürken hedefteki bir hastalığa hitap etmeli. Bu nedenle CETP inhibitörünün kalp hastalıklarım önleyici ilaç olarak tanıtılması hedefleniyor. Peki, 60 yaşındaki biri bu ilacı kullanmaya başladığında yaşlanmayı yavaşlatabilecek mi? Büyük ihtimalle evet. Ancak bu mucize ilaçla ilgili her şey şimdilik sır gibi saklandığı için sonuçlarını görmek için en az birkaç sene daha beklemek zorundayız.

DÜŞÜK KALORİLİ DİYET ve UZUN YAŞAM GENLERİ BAĞLANTISI

Aslında yaşlanma oldukça karmaşık bir süreç ve birçok farklı etkene bağlı olarak gerçekleşiyor. Yaşam süresini etkileyen genlerin sayısıysa yüzlerce. Ve bu genlerin her biri kendisiyle birlikte çalışan diğer başka genlerle ortak bir faaliyet halinde. FOXO ve onun yönettiği genlerden elde edilen sonuçlar oldukça ümit verici. Ancak yaşlanmayı durdurmanın başka yolları da var. Yaşlanma böylesine karmaşık bir süreçken nasıl olur da sadece sağlıklı beslenmeyle bile ertelenebilir? Çünkü düşük kalorili bir diyetin yaşam süresini uzatabildiği uzun yıllardır bilinmekte. Bu sorudan yola çıkan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MİT) Biyoloji Profesörü Leonard Guarente oldukça garip bir bulguyla karşılaştı.

Guarente, sorunun cevabını bulabilmek için öncelikle basit bir organizmayı incelemeye karar verdi; canlı bir mantar türü olan ekmek mayası. Mayanın yaşam süresi 2 hafta civarında ve bu süre boyunca hücreleri toplam 20 kez bölünme geçiriyor. Nadiren de olsa 25-30 hücre bölünmesiyle daha uzun yaşayanlara rastlanıyor. İşte Guarente uzun yaşamayı başaran bu mayaları incelemeye aldı. Sekiz yıl süren araştırma sonunda fark edildi ki; uzun yaşamayı başaran mayaların DNA’sında, bir çeşit enzim olan Sirtuin genlerinde (SIRT) buna sebep olan bir mutasyon oluşmuştu. Bu genlerin en güçlüsü olan SIR2 etkisiz hale getirildiğinde maya çok daha erken ölüyordu. Bir sonraki aşamada fazladan S1R2 kopyaları eklendi ve bu sefer de yaşam süresinin öncekine oranla yüzde 50 uzadığı tespit edildi.

Sirtuin genlerinde (SIRT) buna sebep olan bir mutasyon oluşmuştu. Bu genlerin en güçlüsü olan SIR2 etkisiz hale getirildiğinde maya çok daha erken ölüyordu. Bir sonraki aşamada fazladan SIR2 kopyaları eklendi ve bu sefer de yaşam süresinin öncekine oranla yüzde 50 uzadığı tespit edildi. Sirtuin genleri nispeten yeni keşfedilen gen ailelerinden biri. Strese girift bir şekilde tepki veren bu genler, zor zamanlarda organizmayı hayatta kalmaya zorlamak için DNA onarımını güçlendiriyor ya da hücrelerin ölmesini önlüyor. Örneğin, genler en çok organizmanın yiyecek kıtlığı çektiği zamanlarda aktif hale geliyorlar. Yani SIR2’nin çalışma şekli, beslenme alışkanlığımızı değiştirip kaloriyi azaltmakla nasıl daha uzun yaşayabildiğimiz sorusunun cevabını vermiş oldu. Çünkü Sirtuin gen ailesi insanlarda da bulunuyor. Bu buluş öncesinde ne kadar önemli oldukları bilinmiyordu. Ancak Guarente’nin keşfi farklı bilim insanları tarafından diğer türler üzerinde de test edildi ve tümünde başarılı oldu. Mayalarda bu işi SIR2 geni üstlenirken memelilerde aynı gen ailesinden SIRTI devreye giriyor.

Harvard Tıp Okulu’ndan David Sinclair, SIR2 geni susturulduğunda beslenme şeklinin hiçbir etkisi kalmadığını gördü. Diğer bir deyişle; kalori kısıtlaması esnasında aktif hale gelip uzun yaşam garantisi verirken, aynı diyet devam etse de gen devre dışı bırakılırsa bu beslenme şekli hiçbir işe yaramıyor. Sinclair fareler üzerinde yapılan deneylerde de çok önemli bir durum tespit etti. SIRTI geni güçlendirilen fareler, kanser ve diyabet gibi yaşlanma hastalıklarının tümünden bir süre için kurtulabiliyorlardı.

Aslında Ray Kurzweil’in de kullandığı resveratrol tıpkı SIR2 ve SIRTI gibi çalışıyor: Proteinleri DNA’ya sıkı sıkı bağlayarak yapısını sağlamlaştırıyor. Ancak resveratrol bu iki genin gerçekleştirdiği müthiş çalışmayla kıyaslandığında çok daha zayıf kalıyor. Dolayısıyla sadece resveratrol hapları kullanarak Sirtuin genlerinin yarattığı mucizevi etkiyi elde etmek mümkün değil. Ayrıca Cynthia Kenyon’m araştırmalarında değişime uğratılan Daf-2 geni de kalori kısıtlamasıyla yakından ilişkili. Daf-2 insulinin işe yaramasını sağlıyor ve mutasyona uğratıldığında insulin üretimi azalıyor. İnsulin beslenmeyle direkt ilişkili. Örneğin, karbonhidrat tüketimi azaldığında insulin seviyesi düşüyor. Yani aslında Daf-2 genini sadece beslenme şeklimizi değiştirerek bile uzun bir ömür için çalışacak şekilde programlamış oluyoruz. Dolayısıyla düşük insulin seviyesi uzun yaşam genlerini harekete geçiriyor.

Ancak büyük bir sorun var: Madem tüm uzun yaşam genleri düşük kalorili bir diyetle harekete geçirilebiliyor, Aşkenaz Yahudilerinin durumunu nasıl açıklayacağız? Bu insanlar canları ne isterse onunla besleniyor, sağlıklarını korumak adına özel bir çaba göstermiyorlar. Yine de herkesten uzun yaşayabilmenin sırrı hala onlarda. Araştırmacılar, onların ve Oahu Adası erkeklerinin, bu gen grubunda bile en iyi varyantı taşıdıklarını, bu sayede kalori kısıtlaması gibi bir ihtiyaçları olmadığını söylüyor. Ama hatırlatalım; genler konusunda onlar kadar şanslı olmayanlar, uzun yaşam genlerini aktif hale getirmek için ya yeni nesil ilaçları beklemek ya da kalori kısıtlaması yapmak zorundalar. Araştırmacılar, tüm bu genlerden elde edilen bilgiler sayesinde en fazla 10 yıl içinde aynı görevi gören çeşitli ilaçlara sahip olacağımızı söylüyor. Bu arada düşük kalori diyetini deneyebilirsiniz. Ama yaşamınız boyunca hiç aksatmadan uygulamak pek de kolay değil. Uzmanlar normal bir beslenme düzeninde kaloriyi 2000 ile kısıtlamamızı önerirken, uzun yaşam genlerini harekete geçirecek düzeye erişebilmek için bunu 800-1500 seviyesine (kişiye göre değişiyor) kadar çekmek gerektiğini hatırlatıyor. Dahası, diyete ara vermek yaşlanmaya devam etmek demek. Yine de imkansız değil. Zira uygulamayı başaran binlerce insan var.

Sanal Klonlar

Jason Leigh’nin hala geliştirilme aşamasında otan “Project Lifelike” programı, dijital bir avatarınızı yaratıp hafızanızı ona aktararak sanal bir dünyada sonsuza kadar yaşamanızı sağlayabilir.

ÖLÜMÜ YENMEK

Uzun yaşam genlerinin keşfi sayesinde önümüzdeki yıllarda hayatımıza girecek yeni nesil ilaçlar öncelikle sağlıklı bir şekilde, normalden daha uzun bir ömür sürmemizi sağlayacak. Ama bu asırlardır hayali kurulan yaşam iksiri değil. Evrimin git gide uzattığı yaşam sürelerimiz bu ilaçlar sayesinde daha çok artacak ve kim bilir belki de 20 yıl sonra ortalama yaşam süresi 125’e kadar çıkacak. Ancak genetik değişimlerle yaşlılık hastalıklarını bertaraf edip iki kat daha uzun yaşayacak olmamız ölümü yendiğimiz anlamına gelmiyor. Bazı bilim insanları, sadece genetik düzenlemeler yaparak 2100 yılı civarında ölümü de yenmeyi başarabileceğimizi düşünüyor olsalar da şu an o düzeyde olmadığımız ortada. Bu nedenle ölümsüzlüğün peşindeki bu büyük maceraya sadece hücresel düzeye odaklanan araştırmalar ya da genetik mühendisliği değil, bilişsel bilimler, siber teknoloji gibi alanlar da destek veriyor.

Ölümü yenmek değil de kandırmak adına ortaya atılan önerilerden biri insan klonlar. Bu oldukça cüretkar bir atılım olabilir ve muhtemelen önümüzdeki yüzyıldan önce gerçekleştirilemeyecek. Amaçsa şu: Eğer kendimizi klonlayabilir ve kopyalarımıza hafızamızı tamamen aktarabilirsek fiziksel anlamda ölümü yenememiş olsak dahi çok uzun bir süre boyunca buralarda olmayı garantilemiş oluruz. Peki, bu klonlar tamamen biz mi olacak? Hiç kimse bunun cevabını bilmiyor. İkinci soru: Bu yaklaşım etik açıdan doğru mu? Tüm hafızamız klonumuza aktarıldığında artık onun da tıpa tıp bizim gibi olmaktan başka bir şansı yok çünkü bizi biz yapan şey hafızamız.

Ama bu hiç de etik değil. Çünkü klon da olsalar birer insan olarak bizlerden farkları olmayacak. Sadece uzun yaşamak adına hafızamızı onlara aktarma arzumuzu kabul etmeyip kendilerine özgü bir yaşam sürmek isteyebilirler. Tıpkı başrollerinde Ewan McGregor ve Scarlett Johansson’m oynadığı Ada (The Island) filminde olduğu gibi. Dolayısıyla hafızamızı enjekte edip hayallerimizi takip etmesini ve bizle aynı ideallerin peşinde koşmasını sağladığımızda özbenliği yok edilmiş birer köle yaratmış oluyoruz. Ama hemen bu kadar karamsar olmayalım. Zira buna alternatif olarak sanal klonla-rımızı yaratabiliriz. Bilgisayar bilimleri uzmanı Jason Leigh bunun için farklı bir yol deniyor. Leigh’nin büyük planı, çocukluk yıllarında Uzay Yolu (Star Trek) dizisini izlerken hayran kaldığı Holodeck teknolojisinden geliyor. Leigh, insanların yapay gerçeklik dünyasına geçmesine olanak tanıyan Holodeck’e benzer bir sistem kurup sanal klonlarımız sayesinde sonsuza kadar yaşayabileceğimizi söylüyor. Hala geliştirilmekte olan “Project Lifelike” adlı bu program, dijital bir kopyanız olan avata-rınızı yaratıp hafızanızı ona da aktararak sanal bir dünyada korunmanızı hedefliyor. Tabii belirtmekte fayda var: Şu an için bir insanın tüm hafızasını başka bir platforma aktarması henüz bir bilimkurgu öğesi olmaktan öteye geçemedi. Bunun için öncelikle bilişsel bilimlerin insan zihniyle ilgili bazı gizemleri çözmesi gerek. Ancak Jason Leigh’nin bu projesi gerçeğe dönüşebilirse, örneğin torunlarınızın torunları sizi tanımak istediklerinde sizinle bire bir sohbete girebilecek ya da onlara göre uzak geçmiş sayılan bir tarihte yaşamış olan Stephen Hawking’in bizzat kendisinden fizik dersi alabilecekler. Hafızayı aktarma kısmını şimdilik bir kenara bırakırsak, Leigh kendi avatarmın kendisi gibi hareket etmesini, aynı jest ve mimikleri kullanmasını sağlamayı başarmış.

Aslında bilincimizi bilgisayarlara yükleyip bir çeşit silikon ölümsüzlüğü yaşama fikri de pek yeni değil. Uzun yıllardır konu hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. Sadece birer spekülasyon olmalarının sebebiyse malum: Böyle bir işlemi nasıl gerçekleştirebileceğimiz hakkında hiç kimsenin en ufak bir fikri yok. Çünkü bunu yapabilmek için insan beyninin tıpkı bir bilgisayar gibi çalıştığını varsayıyor fakat bunu da bir türlü kanıtlayamıyoruz.

Ama diyelim ki bir şekilde başardık ve bilincimizi Matrix-vari bir dünyada yaşayan kopyamıza yükledik. O noktada iki bilinç arasında hiçbir fark olmayacağı için Matrix dünyasındaki kopyanız olarak var olmaya devam edebilirsiniz. Hatta bu yeni sanal dünyada kendinizi modifiye bile edebilirsiniz. Ama ya yapamazsanız? Çünkü o noktaya gelinse bile bundan sonrasının nasıl çalışacağı bilinmiyor. Örneğin, zaman algınız devam edecek mi?

Ya da hafızanıza yeni bilgiler kaydedebilecek misiniz? Bir başka fikir olan vücutlarımızın dondurularak özel sıvılar içinde bekletilmesi ve bilimsel anlamda ölümü yenmeyi başardığımızda tekrar canlandırılması da yine bir hayli uçuk bir kurgu. En azından şu an için. Çünkü dondurulan insanları uyandırabilecek miyiz, bilmiyoruz.

Fiziğin kanunlarına bakacak olursak; termodinamiğin ikinci ilkesi entropiye göre evrendeki her şey bozulma yönünde eğilim gösterir. Tıpkı yaşlanma ve nihayetinde ölümde olduğu gibi. Ancak yine aynı kanunlara göre entropiyi geriye çevirmenin de bir yolu var. Bunun için dışarıdan ekstra enerji uygulamak yeterli. Tabii bunu hiç ara vermeden yapmak gerekiyor. FOXO ve benzeri uzun yaşam genleri de aktif oldukları sürece aynı şeyi yapıyorlar. Dolayısıyla fizik kanunları temelde ölümü yenmemize engel değil.

Ölümsüzlüğe ulaşmayı başarabilir miyiz, bilmiyoruz. Ama olur da bir gün o aşamaya gelebilirsek, bunun uygarlığımızı her alanda büyük bir dönüşüme sürükleyeceği fikrine de hazırlıklı olmalıyız. Sahip olduğumuz tüm değerleri şöyle bir gözden geçirecek olursak, neredeyse hepsinin bitimli bir ömrün yansımaları olduğunu açıkça görebiliriz. Yani ölümsüzlük çok büyük bir değişim demek. Bir de tabii şu andan itibaren herkesin sonsuza kadar yaşayabileceğini varsayalım; önümüzdeki 60 yıl içinde dünya nüfusu iki katına çıkardı. Biraz daha ileriyi düşünecek olursak; muhtemelen iki yüzyıl kadar sonra nüfus öylesine fazla olurdu ki Dünya dışındaki gezegenlere de yayılmak zorunda kalırdık. Ama ölümü yenmiş bir toplumun bunları da başaracağını ümit etmek pek yanlış olmaz. Ünlü yazar Jorge Luis Borges; “Birini ölüm kadar korkutabilecek başka bir şey var mı? Oysaki ölümsüzlükle tehdit etmek çok daha özgün olabilirdi” demişti. Ölümsüzlük ve beraberinde gelecek olan değişimleri etraflıca düşünmek gerek.

Ne de olsa toplumlarımıza hakim olan kibir, dilediğimiz her şeye bir gün kavuşacağımızı müjdelemesiyle ünlü. Ve aynı kibir, çoğu zaman sormayı akıl edemediğimiz şu soruyu da unutturmak için elinden geleni yapıyor: Peki buna gerçekten ihtiyacımız var mı?

Ölüm, doğanın kendisini yenilemesini ve organizmaları istikrarlı bir şekilde güçlendirmesini sağlıyor.

Ray Kurzweil yaşam süresini uzatmak için her gün 150 adet ilaç alıyor. Bunların büyük çoğunluğu resveratrol adlı bir antioksidan ve D vitamininden oluşmakta.

FOXO Geni Cynthia Kenyon “C elegans” solucanlarının ömrünü genetik mutas-yonla iki kat uzatmayı başardı. Tek bir genin değişime uğratılmasına dayanan bu yöntem, uzun yaşam geni olarak bilinen F0X0’yu daha çok çalışmaya zorluyor.

BUYUK MACERA

ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ

Orta Çağ’da bilim ve sihir arasında bir ayrım söz konusu değildi. Amatör kimyager Nicolas Flamel’in simya çalışmaları esnasında gençlik iksirini keşfettiğine dair bir söylenti yayıldı. Anlatılanlara göre bu sihirli iksiri içen herkes ölümsüz oluyordu. Böylece ölümsüzlük iksiri fikri diğer bilim insanlarını da etkilemeye başladı. Isaac Newton dahil, birçok bilim insanı Flamel’in yöntemlerini kopyalamaya çalıştı.

GENÇLİK ÇEŞMESİ

1513 İspanyol kaşif Juan Ponce de Leon, Gençlik Çeşmesi denilen efsanevi bir kaynağın peşine düştü. Bu suyun insanı gençleştirdiği ve içenin ölüme meydan okuduğu rivayet ediliyordu. Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand da efsaneyi ciddiye alanlar arasındaydı ve zamanın ünlü kaşiflerini onu bulmakla görevlendirdiler.

KALORİ KISITLAMASI

1934 Modern zamanlara gelindiğinde uzun bir ömrün sırrı bilimin araştırma alanları arasında yer almaya başladı. Cornell Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan bir araştırmada diyetin yaşam süresini uzattığı görüldü. Araştırmacılar bir grup fareye normal besin verirken, ikinci gruptakilere kalori kısıtlaması getirdiler. İkinci gruptaki fareler diğerlerine oranla iki kat daha uzun yaşadı. Ardından aynı deney meyve sinekleri, primatlar ve insanlar üzerinde de gerçekleştirildi.

ANTIOKSIDANLAR

1950’ler Bu yıllarda umut vadedici yeni bir beslenme şekli daha keşfedildi. Yüksek oranda antioksidan besin tüketimine dayanan bu diyet, zaman içinde insan vücudunda oluşan ve yaşlılıkta rol oynayan serbest radikallerin etkisizleştirilmesin! sağlıyor. Günümüzde bilim insanları hala antioksidanların iyileştirme gücü konusunda fikir birliği sağlamış değiller.

DONDUR, BEKLE, CANLANDIR 1967

Psikoloji profesörü James Bedford kanserden öldüğünde bedeninin dondurularak gelecekte bir gün çözülmek üzere bekletilmesini istemişti. 0 sıralar bu konuyla ilgili araştırmalar yapan bir grup bilim insanı Bedford’un bedenini sıvı azot kullanarak dondurup metal bir tanka koydular. Bedford bugün hala o tankın içinde. Olur da bir gün ölümü yenebilirsek tekrar canlandırılması gerekecek.

ZİHİN YÜKLEME

1971 Yaşlılık Sorunları uzmanı George M. Martin, bedenlerimiz dışında yaşama devam edebilmenin alternatif bir yolunu önerdi: Zihnimizi bilgisayarlara yüklemek. Martin, eğer bilgisayar sistemleri hızla gelişmeye devam ederse beynin tüm mekanizmalarını çözüp zihnimizi onlara aktarmanın bir yolunu bulacağımızı söylemişti. Günümüzde bu fikir birçok bilim insanının üzerinde çalıştığı bir alana dönüştü. Fütürist Ray Kurzweil de benzer araştırmalara destek verenler arasında.

MEDİKAL NANO-BOTLAR

1986 Nano-teknoloji uzmanı Eric Drexler, gelecekte insan vücudu içinde hareket edebilecek olan mikroskobik boyutlu robotları kullanarak hastalıkları tedavi etmeye başlayacağımızı söyledi. Günümüzde bu nano-botların ilk örnekleri üretilmeye başlandı bile, Nano-botlar bir gün kalp hastalığı, diyabet veya Alzheimer gibi yaşlanmayla yakından ilişkili bazı hastalıklarla da mücadele edebilirler.

GENETİK MÜHENDİSLİĞİ

1993 Biyolog Cynthia Kenyon “C elegans” solucanlarının ömrününü genetik bir mutasyonla iki kat uzatmanın yolunu buldu. Bu, yaşam süresini uzatma araştırmaları için bir dönüm noktası niteliğindeydi.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir