Glutatyon Takviyesi İle Bağışıklığı Arttırmak

Glutatyon Takviyesi İle Bağışıklığı Arttırmak

Glutatyon İle Bağışıklığı Arttırmak

İHSAN BEDENİNİN NASIL İŞLEDİĞİYLE İLGİLİ DAHA FAZLA ŞEY ÖĞRENDİKÇE sağlıklı kalabilmenin ne kadar hayret verici bir şey olduğunu daha iyi anlarsınız. Bedenimizde olup biten her şeyi dengede tutabilmek için ne kadar çok şeyin yolunda gitmesi gerektiğini bir düşünün. İlk olarak protein yapmak için aminoasitlerin birbirlerine bağlanması, nörotransmitterlerin sentezlenmesi, alyuvarların hemoglobin yapması, akyuvarların antikor üretmesi ve çeşitli bezlerin hormon salgılaması gerekir. Ve kalbimizin atması, ciğerlerimizin nefes alıp vermesi, hücrelerimizin bölünmesi, beynimizin düşünmesini sağlamak için gereken enerji meydana getirilmelidir. Tüm bu işlemlerin başarıyla tamamlanması, birçok kimyasal reaksiyonun uyumlu eylemini gerektirir. Üstelik tüm bunların bakterilerin, virüslerin, mantarların ve hem doğal hem de sentetik çevresel toksinlerin sürekli saldırısı altındayken olması gerekir. Bu da yetmezmiş gibi hayatta kalmak için gerekli olan reaksiyonların yan ürünü olarak ortaya çıkan çeşitli “reaktif oksijen türleri” bedenin yaşam süresini kısaltmak için uğraşır. Neyseki sağlığımız için potansiyel tehditleri fark edip ortadan kaldırmayı görev edinen gelişmiş yapılar ve hücrelerden oluşan bağışıklık sistemimiz vardır.

peynir alti suyu

Bağışıklık sistemimizin de çökebileceğini biliriz elbette. Ne de olsa insanlar, özellikle de yaşlandıklarında bakterilerin, virüslerin, kanser hücrelerinin etkilerine karşı direnemeyip ölürler. AIDS gibi yıkıcı hastalıklar bağışıklık sisteminin kendi kendini imha etmesine neden olabilir. Bu tür durumlarda da bağışıklık sisteminin aktivitesini arttırıcı her türlü desteğe ihtiyaç vardır. Bu olasılıklardan biri de hücrelerin içindeki glutatyon seviyelerini arttırmaktır. Glutatyonun, bağışıklık sistemi hakkında tartışan bilimadamlarının kendi aralarındaki konuşmalar dışında herhangi bir yerde karşınıza çıkacak bir sözcük olduğunu sanmıyorum. Onların bulundukları ortamlarda “glutatyon’un ağızdan ağza büyük bir coşkuyla dolaştığını duyarsınız çünkü görece basit olan bu molekül, sağlığın korunması için gerekli olan bazı kritik reaksiyonlara katılır.

Akyuvarlar virüs ya da bakteri gibi davetsiz misafirlere karşı savaşmak için antikor denen koruyucu molekülleri yapılandırırken glutatyonun nasıl bir yardımcı rol üstlendiğine bakalım. Yeterince antikor üretebilmek için akyuvarlar hızlı bir şekilde çoğalmak zorundadır. Bu işlem çok miktarda enerji gerektirir ve bu enerji, depolanan besinlerle oksijenin reaksiyona girmesiyle elde edilir. Ne yazık ki bu reaksiyon aynı zamanda reaktif oksijen türleri olarak bilinen yan ürünlerin oluşmasıyla da sonuçlanır. Reaktif oksijen türleri, hücrenin moleküler mekanizmasında kargaşa yaratıp bağışıklık sisteminin daha yavaş tepki vermesine yol açabilen bir serbest radikaller ailesidir. En reaktif oksijen türlerinden biri süperoksit olarak bilinir. 1968’de araştırmacılar süperoksit dismutaz adlı bir enzimi ayrıştırınca süperoksit de dikkatle incelenmeye başlandı. Bu enzim, süperoksiti oksijen ve hidrojen peroksite çevirerek yok edebiliyordu.

Ancak bu kısa vadeli bir korumaydı. Hidrojen peroksitin kendisinin de büyük bir hücresel hasara yol açan, son derece reaktif hidroksil serbest radikaller üretmeye devam ettiği ortaya çıkmıştır. Büyüleyici bağışıklık sistemimizin bu sorunla başa çıkabilmek için de bir yol bulduğunu sonradan öğrendik. Ka-talaz ve daha da önemlisi glutatyon peroksidaz adlı iki farklı enzim hidrojen peroksidazı etkili bir biçimde ortadan kaldırdı ve böylece “oksidatif stres” dediğimiz tahribatlara karşı koruma sağladı. Adı üstünde glutatyon peroksidaz, hidrojen peroksidazı yok etmek için glutatyonu kullanır. Glutatyonun hücresel seviyelerinin yükselmesi bu enzime işini daha etkili yapmasında ve bağışıklık sisteminin fonksiyonlarını iyileştirmesinde yardımcı olabilir miydi?

Bilimadamları bu sorunun üzerinde kafa yorarken glutatyonun daha başka ilginç özellikleri günışığına çıktı. Molekülün kendisinin antioksidan özellikleri vardı ve glutatyon peroksidaz bağlantısından bağımsız olarak serbest radikalleri yok ediyordu. Aynı zamanda C vitamininin aktivitesini arttırıyordu. Ve glutatyonun gizli bir numarası daha vardı. Bir toksine eklendiğinde (başka bir enzim olan glutatyon S-transferaz tarafından) toksini suda çözünebilir ve vücuttan atılabilir hale dönüştürüyordu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda glutatyonun kanda daha yüksek seviyelerde bulunmasının sağlıklı olmakla bağlantılı olduğu şüphe götürmezdi. Durum gerçekten de böyleydi, en azından İngiltere’de Birmingham Üniversitesi tarafından yürütülen etkileyici bir çalışmaya bakarsak.

Araştırmacılar, hem yaşlı hem genç ve sağlıklı gönüllülerin yanında kronik hastalıklara sahip ya da bir akut problem nedeniyle yakın zamanda hastaneye kaldırılmış yaşlı hastaların glutatyon seviyelerini ölçtüler. Bilimadamları, glutatyonun sağlıklı olmakla bağlantısı varsa bu tür bir analizde kanıt toplanabileceğini öne sürdüler. Hayalkırıklığına da uğramadılar. Sağlıklı ve genç gönüllülerin kansıvılarında en yüksek seviyede glutatyon çıktı, onları sağlıklı yaşlılar takip ediyordu ve ardından ayakta tedavi edilen yaşlı hastalar ve son olarak da hastanede yatan yaşlı hastalar geliyordu. Michigan Üniversitesi Halk Sağlığı Okulunda Dr Mara Julius ve meslektaşları, yüksek glutatyon seviyelerinin artrit, diyabet ve kalp rahatsızlıkları gibi hastalıklara daha az yakalanmakla da bağlantılı olduğunu ortaya çıkardı. Glutatyonun kemoprotektif özellikleri ile ilgili yapılan hayvan deneylerinde de bazı ilginç veriler elde edildi. Güçlü bir kanserojen olan aflatoksine maruz kalan sıçanlara glutatyon verildiğinde belirgin bir iyileşme görüldü. Glutatyonla tedavi edilmeyen hayvanların tamamı kanserojene maruz kaldıkları iki yıllık süre içinde öldüler ancak tedavi edilen hayvanların yüzde 80’i bu sürecin sonunda hâlâ yaşıyordu.

Peki neden glutatyon takviyelerini mideye indirmiyoruz? Özel mayalar kullanılarak fermentasyon yöntemiyle büyük miktarlarda glutatyon hazır-lanabildiğine göre bu tür takviyelerin kullanılması mümkündür. Güvenlik meselesi de yoktur. Hiç kimse ağızdan glutatyon alımıyla ilgili herhangi bir tehlike olduğunu dile getirmemiştir. Asıl sorun, hiç kimsenin herhangi bir yarar gördüğünü de bildirmemesidir. Bu nasıl olur? Çünkü sıçanların tersine insanlarda glutatyon ince bağırsaktan kayda değer boyutlarda emilip kana karışmaz. Bu, ağızdan alınan glutatyonun hiçbir işe yaramayacağı anlamına gelmez. Bağırsağın içini kaplayan hücrelerin yararına kullanılabilir. Bu hücreler, AIDS ya da kanser gibi hastalıklarda genellikle zarar görür ve bunun sonucunda besin emilimi bozulur. Bu da kilo ve kas kütlesi kaybına yol açar. Ağızdan glutatyon almanın bağırsak hücrelerini onardığı görülmüş ve glutatyon AIDS hastalarında kullanılmıştır. Ancak diğer durumlarda ağızdan glutatyon alınması işe yaramaz.

Hücrelerimizin glutatyon yapabileceğini biliyoruz. Peki neden onlara üzerinde çalışacağı bir sürü hammade vererek bu yeteneklerini kullanmalarını sağlamıyoruz? Neden besinlerle glutamik asit, glisin ve sistein alimimizi arttırmıyoruz? Besin kaynaklarımız gerçekten de bol bol glutamik asit ve glisin içerir, yani bununla ilgili endişelenmeye gerek yoktur. Ancak sistein o kadar bol değildir ve bu nedenle ne kadar glutatyon oluşacağını belirleyen faktördür. Bu, bisiklet yapmak gibi bir şeydir. Her bir bisiklet için iki tekerlek ve bir iskelet gerekir. Haddinden fazla tekerleğe sahip olmanın bir yararı yoktur. Elinizdeki iskelet sayısından daha fazla bisiklet yapamazsınız. Sınırlı olan bileşenler iskeletlerdir, tıpkı glutatyon sentezindeki sistein gibi. O halde neden sistein kapsülleri yutmaya başlamıyoruz? Bu madde insan saçındaki proteinlerin dekompozisyonuyla elde edilebilir ve bu işlem Çin’deki pek çok şirket tarafından gıda ve kişisel bakım endüstrisine sistein sağlamak amacıyla yürütülmektedir. Sistein, ete lezzet vermek için yapay katkı maddesi üretiminde, hamur kabartma malzemesi olarak ve saçı kıvırcıklaştırma ürünlerinde kullanılır.

Ne yazık ki sisteini bir besin takviyesi olarak almak iyi bir seçenek olarak görünmüyor. Hayvanlar üzerinde yapılan bazı çalışmalar sisteinin trigliserid ve kolesterol seviyelerini arttırdığını ve hatta nörotoksik etkilere sahip olabileceğini göstermiş. İnsanlar, mide bulantısı yaşadıklarını da bildirmişler. Dahası sistein fazla çözünür değildir; kan dolaşımında çeşitli reaksiyonlara girer ve bu da hücreler tarafından emilimini imkânsız hale getirir. Ne var ki bu sorundan kaçınmak için de bazı yöntemler mevcut. Sistein laboratuarda daha fazla çözünerek kan dolaşımında yok olmaya daha az yatkın olan N-setilsisteine (NAC) kolaylıkla dönüştürülebilir. Hücreler tarafından emildikten sonra tekrar sisteine çevrilir ve böylece glutatyon sentezine uygun hale gelir.

Aşırı dozda asetaminofen aldıktan sonra ölümle burun buruna gelip geri getirilen çok sayıda insan NAC’ın yararlı olduğuna dair kanıt teşkil eder. Asetaminofen (daha sık kullanılan ticari adıyla tylenol) reçetesiz satılan ve yaygın kullanımlı bir ağrı kesicidir. Tavsiye edilen dozda kullanılırsa çok etkilidir ancak doz aşımında her ilaçta olduğu gibi sorun haline gelir. Asetaminofenin aşırı dozda kullanılması, özellikle de çok fazla alkol alımıyla birlikte ciddi karaciğer hasarına ve büyük olasılıkla da ölüme yol açabilir. Asetaminofenle yapılan intihar girişimleri NAC’la hızlı tıbbi müdahale sayesinde yalnızca “girişim” olarak kalmıştır. Vücudumuz asetaminofeni zararlı bir madde olarak algılar ve bunu daha çözünür bir bileşiğe çevirerek yok etmeye çalışır. Ne yazık ki N-asetil-pbenzokinonimin (NAPQl) karaciğeri zehirleyen bileşiktir. Ama ki glutatyonla uyarılmış bir enzim böbreklerin bu bileşiği dışarı atması için hazır bulunur. Asetaminofen dozu çok yüksek olduğunda glutatyon stokları tükenir ve karaciğer hasarı başgösterir. Bu durumda hücreleri yeniden glutatyonla doldurmak için hızlıca NAC verilmelidir. NAC ile glutatyonun arttırılması var olan en etkili tıbbi tedavilerden biridir.

Glutatyonun arttırılmasında NAC bu kadar işe yarıyorsa hastalıkları önlemek amacıyla neden bunu takviye olarak alma konusunda teşvik edilmiyoruz? Aslında ediliyoruz. NAC üreticileri tarafından… Burada büyük bir zehirlenme endişesi olmamasına rağmen mide bulantısı olası bir yan etki. Ve dahası, uzun süreli NAC aliminin sonuçları ya da diğer ilaçlarla olası etkileşimleri henüz inceleme altına alınmadı.

Glutatyon seviyelerimizi yükseltmenin zararsız bir etkisi olsaydı çok iyi olurdu. Belki de vardır. Peynir yapımı, peynir altı suyunun kesik sütten ayrılmasını gerektirir. Peynir altı suyu, sistein bakımından zengin proteinler barındırır. Özel bir yöntemle işlendiğinde bu proteinler sistein içeriğini hücrelere aktarabilir ve burada glutatyon oluşumunun artması için serbest kalabilirler. Bazı ilginç araştırmalar, peynir altı suyuyla hazırlanan özel ilaçların atletlerde -büyük olasılıkla serbest radikallerin kaslara verdiği zararı azaltarak- dayanıklılığı arttırdığını ortaya çıkarmıştır. Dahası da var. Laboratuar çalışmaları, prostat kanserine karşı koruyucu olduğu önerisiyle peynir altı suyu kullanıldığında insanların prostat hücrelerinde glutatyon seviyelerinin yükseldiğini kanıtlamıştır. Protein konsantreleriyle beslenen hayvanlar kanserojen maddelere karşı daha dayanıklıdır ve oldukça merak uyandıran bir bulguya göre peynir altı suyu normal hücrelerdeki glutatyon seviyelerini arttırırken kanserli hücrelerde azaltmış ve bu hücreleri kemoterapi ya da radyasyonla yok edilmeye karşı daha duyarlı hale getirmiştir. Sistein sağlayan peynir altı suyu proteininin günlük aliminin kanda çevresel toksin seviyelerinin düşürülmesine yararlı olup olmayacağına dair çalışmalar devam etmektedir. Olaya balıklama dalmadan önce bu tür kanıtlara ihtiyacımız vardır ancak glutatyon takviyesi alıp almayacağımız konusunda peynir altı suyu bize yol gösterebilir.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir