The Codex Alimentarius (Gıda Kodeksi)

The Codex Alimentarius (Gıda Kodeksi)

The Codex Alimentarius (Gıda Kodeksi)

‘The Codex Alimentarius/Uluslararası Gıda Kodeksi Komisyonu’ yahut ‘gıda kodu’ 1960’larda Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından ortaklaşa kuruldu. Gıda gereksinimleri ve ilgili tanımların sağlanmasına rehber olmayı, bunların uyumuna yardımcı olmayı ve böylece uluslararası ticareti kolaylaştırmayı amaç edindiğini belirtir. Sisteme 166 ülke üyedir. Türkiye de sistemin üyelerinden biridir. ‘Türk Gıda Kodeksi’2’ de bu uluslararası kodeksten ve AB mevzuatından tercüme edilmiştir. Codex Alimentarius’ta belirlenen standartların yasal bir bağlayıcılığı yoktur. Ancak, Türkiye gibi sağlıklı bir sistemi olmayan ülkeler için, kolayca kopyalanabilmesi açısından iyi bir kaynaktır. Kodeksteki kuralların belirlenmesinde Dünya Ticaret Örgütü ve küresel şirketlerin çıkarları en önemli önceliktir. Sık sık yapılan değişikliklerde, her türlü katkı maddesinin yanı sıra, bağımlılık yapıcı alerjen ve hatta ölümcül sonuçlar doğuran yöntemlerin kullanılması kodeks maskesi ile sunulur. Her şey, eklenen bir bağlaç veya ‘doz’ hilesi ile maskelenir. İsmail Tokalak bakın örgütü nasıl tanımlıyor: “Codex Alimentarius, küresel sermayenin kontrolü altındadır. Bu durum, onun gıdayla ilgili belirli maddeleri, insan sağlığı için kriterleri belirlemesini oldukça şüpheli ve güvenilmez kılar. Bu örgüt, global emperyalizmin gizli silahlarından biridir. 2009 yılı sonundan itibaren aralarında Türkiye’nin de bulunduğu- dünyanın en büyük tetikçisi Dünya Ticaret Örgütüne üye olan ülkeler, küresel sermayenin çıkarları için düzenlenmiş bu Gıda Kodeksine uymak zorunda bırakılmışlardır.”30 Bu yüzden, gıdaların sağlıklı olup olmadığından ziyade, kodekse uygun olup olmadığına bakılır. Sağlıksız olsa da, kodekse uygunsa mesele yoktur. Bu düzenek ‘halk sağlığının korunması ve gıda ticaretindeki adil uygulamalar’ adıyla pazarlanır. Uluslararası Gıda Kodeksi Komisyonu 1997’de Müslü-manlara yönelik ‘Helâl Yönergesi’31 yayımlamaktan da geri kalmamıştır.

Gıda Kodeksi

EFSA

Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi de denilen ve kısa adı ‘EFSA’ olan kuruluş, 178/2002 sayılı kararla kuruldu. Merkezi İtalya’dadır. Faaliyet alanı hayvan sağlığı, hayvan refahı, bitki koruma, bitki sağlığı ve beslenme dâhil olmak üzere, gıda ve yem güvenliği üzerinde doğrudan veya dolaylı etkisi olan tüm hususları kapsamaktadır. EFSA’nın en tartışmalı kararlarının başında, genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO) olumlaması gelmektedir. Birleşmiş Milletlere bağlı örgütlerde olduğu üzere, EFSA da küresel şirketlerin ablukası altındadır. Özellikle de bilim komitelerinin çalışmaları, tarafsız çevrelerden ağır eleştiriler almaktadır.

FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi)

US Food and Drug Administration (FDA): ABD Sağlık Bakanlığına bağlı olan kuruluş, gıda, gıda etiketleri, beslenme, ilaç, sağlık ürünleri, medikal araçlar, radyasyon yayan aletler, veterinerlik ve kozmetikle ilgili her türlü standart ve denetimden sorumludur. ABD bir yana, tüm dünya ülkelerine referans kurumlardan biri olan FDA, küresel şirketler için vazgeçilmez bir merkezdir. FDA yöneticilerinin denetlemekle sorumlu oldukları özel şirketlere transfer olmaları artık olağan bir durumdur.32

ABD’de buna ‘döner kapı sistemi’ denir. Ülkemizde bile çoğu uzmanın, kararlarını âdeta değişmez ‘vahiy’ gibi gördükleri FDA gibi kurumların, toplumların sağlığı için verdikleri kararların güvenilirliğinin takdirini siz değerli okurlarımıza bırakalım.

FAO (Gıda ve Tarım Örgütü)

Food and Agriculture Organisation (FAO): 1943’te Cemiyet-i Akvam döneminde ‘açlığı yok etmek ve beslenme şartlarım iyileştirmek’ gibi bir iddiayla kurulur. 1946’da Birleşmiş Milletlere katılır. Faaliyet alanı tarım, gıda, hayvancılık, ormancılık ve balıkçılıkla ilgili ürünlerin üretimi, ticareti ve depolanmasıdır. Merkezi Roma’da olan örgütün çok sayıda ülkede büroları vardır. İstatistikler tutar, her yıl dünya çapında veriler yayımlar. Bu verilerden biri de, açlık oranlarıdır. Gıda ve Tarım Örgütü de; Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel egemen güçlerin kontrolündedir. Bu nedenle verilerine güvenmek oldukça zordur. Bu tür örgütlerin dünya verilerini nasıl çarpıttıklarına ve yönlendirme aracına dönüştürdüklerine dair çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Her türlü manipülasyonu yapabilen bu örgütlerin açıklamalarına göre; dünyada hâlen 1 milyar 20 milyon kişi açtır. Her beş kişiden birinin açlığa mahkûm olduğu izlenimi verilmektedir. Bu durum GDO’nun meşrulaştırılması ve GDO’lu ürün ekiminin açlığa çözüm olacağı iddialarını güçlendirmek adına kullanılmakta ve şirket tarımı yaygınlaştırılmaktadır. Bugün dünyada, her yıl açlık sınırının altında yaşayanların bütününü birkaç yıl doyuracak miktarda üretim fazlası olmasına karşın, örgüt, paylaşım sorununa hiç değinmez.

WHO (Dünya Sağlık Örgütü)

World Health Organisation (WHO): 1945’te kurulmuştur, Birleşmiş Milletlere bağlı olan örgütlerden biridir. 19-22 Temmuz 1946’da New York’ta Uluslararası Sağlık Konferansı toplanır. Toplantıya 51 ülkenin temsilcisinin yanı sıra FAO, ILO, UNESCO, OIHP, PAHO, Kızılhaç ve Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu katılırlar. Bu toplantıda, Dünya Sağlık Örgütü’nün anayasası sayılan tüzüğü ve protokolleri kararlaştırılır. Toplantıyı ilginç kılan, Siyonist bir yapılanma olan Rockefeller Vakfının temsilcilerinin de orada olmasıdır. Bu yıllar, dünya nüfusunun azaltılması için Rockefeller tarafından kurulan Nüfus Konseyinin oluşum yıllarıdır. Çok sayıda ilaç, gıda, tarım, sağlık, kimya, petrol, enerji, fınans, eğitim kuruluşunun sahibi olan, aynı zamanda Bilderberg’in kurucularından olan Rockefeller’in, sadece ülkeleri ilgilendiren uluslararası bir örgütün kuruluş anayasasının hazırlanmasında rol alması ilginç ve bir o kadar da üzerinde durulması gereken tarihi bir veridir. 2009 yılında yaşanan ‘domuz gribi’ senaryosu, Dünya Sağlık Örgütü’nün gerçek yüzünün bir kez daha görülmesine neden oldu. Bildik griplerden bile çok daha az tehlikeli olan bir virüsün tehlikeli olarak gösterilmesine ve bu amaçla yüzlerce milyar dolarlık sözde aşıların pazarlanmasına öncülük ettiği ortaya çıkan bu örgütün, bağımsız otoriteler gözünde hiçbir değeri yok. İlaç ve sağlık sektörünün pazarlamacısı durumundaki Dünya Sağlık Örgütünün, kurucularından Rockefeller gibi güçlerin oyuncağı -dolayısıyla maskarası- olmaktan öte bir işlevi yok. Sözde geri kalmış veya gelişmekte olan toplumların gıdalarının kontrol edilmesine, yürüttüğü aşı kampanyaları ile insanların kısırlaştırılmasına, AIDS vb. suni salgınlarla aşı ve ilaç denemeleri yapılmasına öncülük etmekle kalmayıp bunları legalize etmesi, bu örgütün kuruluş amacını kâmil manada yerine getirdiğini gösteriyor.

WTO (Dünya Ticaret Örgütü)

World Trade Organisation (WTO): Dünya ticaretini kontrol etmek için GDO’lu ürün üreten şirket tarımını dünya çapında yaygınlaştırmak, tohumları kontrol etmek, patent, markalaşma ve telif haklarını kontrol etmek gibi amaçlarla, milletler hukukunun üstünde ve hiçbir devlete hesap vermeyen bir örgüt olarak, dünya tohum devi CargiU’in35 başlattığı girişimlerle 1 Ocak 1995’te kuruldu. Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşmasının (GATT) devamı gibi gösterilmek istense de, aralarında önemli farklar vardır. 1948’de kurulan GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen ‘fikir ticaretini de kontrol eder. DTÖ’de karar alıcılar ABD, Kanada, Japonya ve AB’dir. Kararlan, üye ülke hükümetlerince tartışılmaksızın kabul edilmek zorundadır. Ülkeleri, ABD’nin -dolayısıyla küresel egemen güçlerin- ticari köleleri haline getirmeye çalışan sözde örgütün; tarımdan tekstile, hizmetlerden fikri mülkiyet haklarına kadar çok farklı alanda 29 ayrı bağlayıcı metninin yanı sıra, üyelere büyük sorumluluklar ve taahhütler yükleyen 25 adet karar, deklarasyon ve anlaşması bulunuyor. DTÖ’nün hassas olduğu sektörlerin başında hiç kuşkusuz, tarım ve dolayısıyla GDO gelmekte. Zaten kurulmasının ana gayesi de, DTÖ’nün bağlayıcı kararları üzerinden, üye ülkelerde GDO’nun serbest bırakılması ve desteklenmesi. Bütün bunları yaparken, tarım ve ihracatın teşviki, gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı gibi herkese şirin gelen süslü kavramları da kendisine kalkan olarak kullanmakta.

Fikri mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönünü ‘TRIPS anlaşması’ ile düzenler. Bu anlaşma, telif ve patent hakları gibi yeni fikri mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmayıp; coğrafi işaretler, endüstriyel tasarımlar, ticaret markaları, ticaret sırları ve geliştirme süreçleri ile ilgili verilerin korunmasını sağlayarak, varlık nedeni olan firmaların mülkiyet ve haklarını koruyarak, yerel gelişimlerin ve küçük ölçekli çabaların önünü de kesiyor. Merkezi Cenevre’de olan DTÖ’nün karar, anlaşma ve taahhütleri, tüm üye devletler için, ulusal yasalarının üzerinde bir bağlayıcılığa sahiptir. Diğer bir sorun ise, ‘teknik yardım’ adı altında ülkelerin sistemlerini değiştirmesi ve bağımlılık modelleri oluşturmak için çalışıyor olmasıdır. DTÖ’nün kararlan kesindir ve üye ülkeleri bağlar. Şirketler de, ülkeleri DTÖ’ye şikâyet edebiliyor. Meselâ Tarım Bakam Mehdi Eker, “Uluslararası ticaret kuralları, keyfe göre düzenlemeler ve yaptırımlar getiriyor. Amerika bizim bu uygulamamızı34 Dünya Ticaret Örgütünün serbest ticaret kurallarına aykırı olduğu iddiasıyla şikâyet etti”K itirafında bulundu. DTÖ’ye en ilginç hatta skandal şikâyetlerden birini ise, Türkiye yaptı. Kanada Parlamentosu 8 Ekim 2009 tarih ve C-32 sayılı, ‘tütün ürünlerinde katkı maddelerinin kullanımını yasaklayan’ bir yasa çıkardı ve yasa 2010’da yürürlüğe girdi. Kanada’nın çıkardığı bu yasa ‘aromalı sigara’ olarak bilinen muzlu, çikolatalı, çilekli gibi sigaraları yasaklıyordu.36 Türkiye yönetimi sanki sigara baronuymuşçasına, Kanada’yı Dünya Ticaret Örgütüne götürdü. Kanada ise Türkiye’ye nota verdi. Bir yandan kapalı alanlarda sigara içilmesini yasaklayan hükümet, şikâyet gerekçesi ile ilgili soruları cevapsız bırakmaya devam ediyor.

Tarım Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı

Adlarından da belli olduğu üzere, kanunla kurulmuş iki bakanlık. Biri tarım ve gıdadan, diğeri sağlıktan sorumlu. İki ‘güzide’ bakanlığımızı, kuş gribi, domuz gribi, et krizi, pirinç krizi, GDO meşruiyeti diye devam edip giden meselelerde çok daha yakından tanıma imkânına kavuştuk! Değişmesi gereken, bu bakanların adları veya koltukları işgal edenler değil, devletin bizatihi zihniyeti, meselelere bakışıdır. Aslında, yoklukları varlıklarından daha yararlı çok sayıda anayasal organdan sadece ikisi demek yeterli.

Katkı maddeleri

Endüstriyel bir meta haline dönüşen gıda, hızlı ve kolay üretilmeli, ancak çok uzun süre bozulmadan bekleyebilmeli. İstendiğinde tüm dünyada tek tip, istendiğinde her yörenin kendi damak tadına uygun olarak üretilebilmeli. Bunun için, farklı fonksiyonları olan on binlerce katkı maddesi vardır. Bitkiler ve hayvanların yanı sıra, madenler ve suni maddeler de gıda katkı maddelerine kaynaklık ederler. Bir katkı maddesi şu şekilde tanımlanabilir: Gıdanın üretim, işleme, muamele, paketleme veya depolanmasında kullanılan, doğal veya sentetik olan, temel hammaddelerden farklı olan, gıda maddesi üretiminde son ürünü geliştirmek için kullanılan, gıdanın özelliği üzerine etkisi olan herhangi bir madde. Avrupa Birliği ülkelerinde olduğu gibi, katkı maddeleri ‘E’ ön eki ile numaralandırılır. Böylece E numaralan, onaylanmış bir katkı maddesini ifade etmektedir. Meselâ, 441 numarası ile jelâtinin (gelatine) başına ‘E getirilerek’ E441 olur. Her katkı maddesinin E kodu olmayabilir. Kaldı ki, altmış binden fazla katkı maddesinin sadece bin kadarının E kodu var. Katkı maddeleri farklı amaçlarla da kullanılmakla birlikte, genelde bozulma ve diğer kalite kayıplarını engellemek için kullanılır. Fonksiyonlarına göre şöyle gruplandırılırlar:

• Asit düzenleyiciler ve tamponlar

• Topaklanmayı engelleyiciler

• Antioksidanlar

• Zenginleştiriciler

• Emülgatörler

• Renklendiriciler

• Koruyucular

• Stabilizatörler

• Kıvam artırıcılar

Uluslararası veya yerel kurumlar bütün bu katkı maddelerinin kullanımına izin verseler de, dinler tarafından mahsurlu kabul edilmeleri, alerjenik veya kanserojen olmaları hiçbir zaman göz ardı edilmemeli. Toksisite (zehirli olma özelliği) ve güvenlik bilgileri de ayrı bir konudur. İlerleyen sayfalarda da görüleceği üzere, bazı katkı maddelerinin bir kısmı bazı ülkelerde yasaklanmıştır.

E102: Sentetik sarı gıda renklendiricisi ‘tartrazine’in kullanımı tiroid tümörü ve kromozom hasarına sebep olduğu gerekçesiyle Norveç’te yasaklanmış.

El 10: Sentetik sarı gıda renklendiricisi çocuklarda hiperaktiviteye ve zekâ (IQ) gerilemesine, böbrek tümörü, kromozom hasarı ve alerjiye neden olabildiği için Finlandiya, Norveç ve İngiltere’de yasaklanmış.

E123: Sentetik kırmızı gıda renklendiricisi ‘amarant’ kanserojen olması nedeniyle, ABD ve Rusya’da yasaklanmış.

El 28: Sentetik kırmızı gıda renklendiricisi, kanserojen olması, anemiye ve egzamaya yol açması nedeniyle AB ülkeleri ile ABD, Avustralya, Kanada, Japonya’da 2007’de yasaklanmış.

E211: Bakteri ve mayalara karşı çok sayıda gıdada kullanılan bir koruyucu olan sodyum benzoat, kansere, astıma, alerjilere, sinirsel bozukluklara, kurdeşene, hiperaktiviteye ve astıma neden olabildiği için çok sayıda ülkede yasak.

Türkiye’de mi? Hemen hemen hepsi serbest!

Kavramlar

Günümüzde kelimeler anlam kaymalarına uğratılıyor. Meselâ endüstriyel bir harmana dönüşmüş olan organik’ kelimesi, ‘tabiî’ kelimesinin yerine kullanılıyor.

Dolayısıyla organik etiketli ürünler’37 tabiî zannediliyor. Oysa organik denilen bir ürün, hibrit38 bir tohumdan üretilmiş olabilir. Prof. Dr. Earl Mindell İlaç Yiyecekler adlı kitabında bakın ne diyor: “Organik, bir yiyeceğin mutlaka yüzde 100 kimyasal maddesiz olduğu anlamına gelmez. Organik üretim daha az kimyasal madde içerir.”” Bir tercihte bulunacağımızda öncelikle tabiî olduğundan emin olduğumuz ürünler tercih edilmelidir. Şayet tabiî ürün seçeneği yoksa bu durumda piyasada her türlü soruna açık ürünler yerine organik sertifikalı ürünler’40 tercih edilebilir. Ancak organik etiketli ürünlerin tamamen masum gibi gösterilmesi de doğru değildir. Kavram kargaşasını ortadan kaldırmak ve bu çalışmada tercih edilen kelimeleri doğru anlamak için aşağıdaki mini sözlükten yararlanabilirsiniz:

Tabiî: İnsan eliyle değişikliğe uğratılmamış, katıksız, hilesiz, saf, doğal, tabiata ait, tabiatla alâkalı, meşiet-i ilâhiyye ile olan.

Tabiat: Yaratılmış şeylerin tamamı, kâinatın bütünü, kâinat, yaratılış, huy, karakter, tabiî düzen, kanun.

Doğal: Tabiî kelimesinin yerine, dil kurallarına aykırı olarak uydurulmuş olan ve dile yerleşen bir kelimedir. Türk Dil Kurumu sözlüklerinde anlamı şöyle verilmiş: “Kendiliğinden olan, insan eliyle yapılmamış, yapay karşıtı, doğada rastlandığı gibi, doğaya uygun olan, doğa güçlerine, kurallarına uyan, tabiî, natürel, doğada olan, doğada bulunan.” Biz bu kelime yerine ‘tabiî’ kelimesini tercih ediyoruz.

Doğa: Tabiat kelimesinin yerine, dil kurallarına aykırı olarak uydurulmuş olan ancak kullanımı tümüyle ideolojik hâle gelmiş bir kelimedir. TDK sözlüklerinde anlamı şöyle verilmiş: “Kendi kuralları çerçevesinde sürekli gelişen, değişen canlı ve cansız varlıkların hepsi, tabiat, natür, insan eliyle büyük değişikliğe uğramamış, doğal yapısını koruyan çevre.”

Natürel: Fransızcadan Türkçeye geçen bu kelime, tabiî veya doğalın karşılığı olarak kullanılır. Latincede ise ‘natura’ kelimesi aynı anlamda kullanılır.

Organik: ‘Doğal yolla yapılan anlamındadır. Ancak yukarıda açıklanan nedenlerle anlamından uzaklaşmıştır.

Natüralizm: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde, tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş. Tabiata ve tabiattaki yaratılmış varlıklara tapınma.

Hibrit: Bir veya daha fazla gen bakımından farklı iki veya daha fazla canlı arasında yapılan, çaprazlama sonucu elde edilen melezleme ve tek kullanımlık tohum uygulamalarına hibrit melez, kırma, ebter de deniliyor. Hibrit tohumlardan elde edilen ürünlerin tabiî yapısının bozulması nedeniyle, kanser hastalıklarını tetikle-diği belirtiliyor. Özetle hibrit, hayvan, sebze ve meyvelerin insan eliyle laboratuvar-larda soysuzlaştırılmış halidir.

GDO: Bir canlının gen diziliminin bir bölümünün veyahut tümünün değiştirilmesi ya da ona kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yahut da doğal programı bozulması yoluyla elde edilen yeni canlı organizma türlerine ‘Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ ya da kısa tanımlamasıyla ‘GDO’ adı veriliyor. Hibrit ve GDO teknolojisi; canlıların patentlenmesi olmadan yürüyemez. Patentlemek, hiçbir dış müdahale olmaksızın kendini sonsuza kadar yeniden üretebilen fıtrî sistemin mülkiyetini ele geçirmeyi, bir başka deyişle yaşamın hâkimi ve sahibi olmayı gerektiriyor. Bu durum ise ahlâkî, felsefî, hukukî, dinî, siyasal ve ekonomik tartışmalar meydana getiriyor. Biyogüvenlik Yasası çıkmadan önce Türkiye’ye tüm GDO’lu ürünler girmekte idi. Kanun çıktıktan sonra, Mayıs, Haziran Temmuz 2010’da 9 çeşit mısır, 3 çeşit soya, 3 çeşit kanola, 6 çeşit pamuk, 1 çeşit şekerpancarı, 1 çeşit maya, 1 çeşit patates, 1 çeşit bakteri biyokütlesi olmak üzere 25 çeşit GDO’lu ürünün ithalatına resmen izin verildi.42 Ardından 32 çeşit GDO’lu ürünün ithalatına da izin verildi. Ancak hiçbir üründe GDO’lu olduğuna dair ibare yoktur. Ancak bazı ürünlerde modifıye mısır nişastası’ ibaresi görürüz. Bu GDO’lu olduğunun dolaylı bir ifade edilişidir. Ancak bir ürün mısır, soya, kanola gibi yaygın GDO’lu ürünler içeriyorsa -ki raflardaki ürünlerin yüzde 90’dan fazlası bu ürünleri içerir- o ürün GDO’ludur. Kaldı ki katkı maddelerinin GDO’lu olup olmadığına dair hiçbir beyan ve denetim de yoktur.

Helâl, haram ve şüpheli : Gıdalar açısından helâl, Allah’ın tüketilmesine izin verdiği şeydir. Yani İslâm açısından kullanılmasında veya yenilip/içilmesinde nehiy olmayandır. Yine gıda açısından ‘haram’ ise, helâl olmayan, yani İslâm açısından kullanılması veya yenilip/içilmesi yasaklanmış şeylerdir. Şüpheliler ise, haram edilmemiş ve İslâm’ın helâl ve temiz olma koşulunu taşıma konusu net olmayan şeylerdir. Haşan b. Ali’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), “Şüphelileri bırak, şüphesiz olana bak”41 buyuruyor. İmam-ı Gazali ise, “Apaçık helâl olduğundan şüphe etmediğin şeylere sarıl; helâlliği bu derece açık olmayanı bırak”45 diyor.

Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde şöyle buyuruyor:

“Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin, temiz/helâl olanlarından yiyin, bu hususta azgınlık etmeyin”

“Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının.””

“Allah’ın size temiz ve helâl olarak verdiği rızıklardan yiyin.””

Allah (c.c.), helâli haram, haramı da helâl kılma yetkisinin sadece kendisinde olduğunu belirtmektedir. Ancak insanların ürün üzerinde yaptığı işlemler, ilâve ve çıkarmalar nedeniyle ‘şüpheli’ hâle gelen ürünlerin helâl mi, haram mı kapsamına girdiğine, kullar araştırarak karar vermelidir. Bu görev, haramlardan sakınmaktan farklı da değildir. Ayrıca “inanan bir erkek ve kadına, -uymanın dışında- başka tercih hakkı yoktur.

Allah’ın ve Peygamberinin emirlerine uymanın dışında bir tercih hakkı olmayan Müslümanlara, Kuranın haramdan sakınma konusunda öğütleri şöyle: “De ki: Kötü/pis şeyin çokluğu/bolluğu senin tuhafına gitse bile, pisle temiz (haram ile helâl) bir olmaz. Bunun için, ey akıl sahipleri! (Dinin temiz saydığı şeyleri seçin) Allah’tan çekinip, emrine uygun yaşaym/aykırı davranmaktan sakının ki kurtuluşa eresiniz.”50 İmam Gazalinin konuya yaklaşımı ise şöyle özetlenebilir: “Kötü, pis ve kirli olanlar; hem maddeten hem de manen öyledirler. Bütün yiyecek ve içecek şeylerden haram olanlarının hepsi, pis hükmündedir. Haramın da bazısı birinci, bazısı ikinci, bazısı da üçüncü veya dördüncü derecede habis ve pistir. Aynı şekilde helalin dereceleri de değişiktir. Alkol ve domuz, kendisinde bulunan bir sıfattan ötürü haramdır. Bazıları ise meselâ helâl olduğu halde, hayvanların, Allah’ın adı anılarak kesilmesi gibi vecibelerin yerine getirilmemesi nedeniyle haram olur. Sıhhati bozan ilaçlar ve hayatı söndüren zehirleyicilerin bütün nevileri haramdır. Çünkü bunların tümü zarara dönüşür. Yani haram olmaları, zarar verici oluşlarından ileri gelir. Ancak, içki ve sarhoş edici diğer maddeler, bu hükmün dışındadır; zira onların sarhoş etmeyecek kadar az olan miktarı dahi haramdır, çünkü haramlık onun aslî vasfındadır. Mutlak manada helâl olan şey şudur: Zatı, aynısında haramlığı icap ettiren sıfatlardan uzak ve sebepleri de haram veya kerahiyetin” arız olabileceği şeylerden uzak olanlardır. Katıksız haram, kendisinde, haramlığında şek ve şüphe olmayan bir sıfatın bulunduğu şeylerdir: İçkideki sarsıcı kuvvet ve idrardaki necaset gibi. Veya varlığında kesinlikle yasaklanan bir sebebin rol oynadığı şeyler: Zulüm, faiz ve benzeriyle alman mal gibi. Haramın bu iki kısmı herkesçe bilinen ve apaçık kısımlarıdır. Haramlığı tahakkuk eden fakat bilâhare bozulması ihtimal dâhilinde bulunan şeylerde, bu iki kısma iltihak etmiştir.”52 Yani helâl de, haram da olabileceği için şüphelidirler. Günümüzdeki ölümcül pes-tisitler ve genetiği değiştirilerek fıtratın tahrip edildiği durumlar, birçok âlimin de belirttiği üzere ‘caiz’ olmasa gerek.

Üniversite/Bilim

Bilime dolayısıyla da bilgiye, her kavmin ve her medeniyetin şu veya bu şekilde katkısı olmuştur, olmaya devam etmektedir. Ancak ‘bilgi tekelleri’ bu katkıları göz ardı etmek ister. Sözgelimi barutlu roketle ilk uçuş denemesi yapan kişinin Lâgari Haşan Çelebi olduğunu kim bilir? Bugün ortaçağ diye adlandırılan ve özellikle de sözüm ona İslâm’ı yaftalamak için ‘karanlık çağ’ denilen dönemdeki Müslüman bilginlerin keşifleri olmasaydı, bugünkü teknolojinin bu halde olması mümkün olamazdı. Bugün İslâm üzerinden, ortaçağ için çizilen kara tablonun nedenini Prens Charles’ın, “Batıda İslâm’ın mahiyeti hakkında özenli yanlış anlamalar olduğu gibi, bizim kültür ve medeniyetimizin İslâm’a neler borçlu olduğu da pek az bilinmektedir. Bu başarısızlık, kanaatimce, bizlere mahsus kalan tarihi deli gömleği içinde anlamamızdan kaynaklanmaktadır. Orta Asya’dan Atlantik Okyanusunun kıyılarına kadar uzanan Ortaçağ İslâm Dünyası, âlimlerle ve kendini öğrenmeye adayan insanlarla dolup taşmaktaydı. Ancak İslâm’ı Batının bir düşmanı, yabancı bir kültür, toplum ve inanç sistemi olarak görmeye meylimiz yüzünden, onun tarihimizle olan büyük ilgisini görmezlikten gelme ya da yok etme eğiliminde olduk”” şeklindeki konuşmasından da görmek mümkündür. İslâm’ı kendi kaynakları yerine Batılı kaynaklardan okuyan ‘yerli’lerimiz, Batının İslâm’a olan kininden beslendiği için, dedesine sırf Müslüman olduğundan dolayı düşmandır. 11 Eylül olaylarından iki hafta sonra, İslâm ve Müslümanlar hakkında yükselen faşist duygular üzerine, bir tarihçi ve o zamanlar HP’nin Yönetim Kurulu Başkanı olan Fiorina Müslümanların bilim ve medeniyete katkılarıyla ilgili şunları söylüyor: “Bir zamanlar, dünyanın en büyüğü olan bir medeniyet vardı. Ve bu medeniyet, gücünü her şeyden ziyade buluşlardan almaktaydı. Mimarları, yerçekimine meydan okuyan yapılar tasarlıyorlardı. Matematikçileri, bilgisayarın keşfine ve kriptolojinin gelişmesine zemin hazırlayan cebiri ve algoritmaları bulmuşlardı. Hekimleri, insan vücudunu inceliyor, yeni tedavi yöntemleri keşfediyorlardı. Astronomları, gökyüzünü gözlemliyor, yıldızlara ad verip, uzay yolculuğunun ve keşfinin temelini atıyordu. Yazarları binlerce öykü kaleme almışlardı; cesaret, romantizm ve büyüyle dolu öyküler… Onlardan önce yaşamış olanlar, böyle şeyler düşünmeye bile cesaret edemeyecek kadar korku ile yoğrulmuşken… Diğer uluslar fikirlerden korkarken, bu medeniyet, yeni fikirler geliştiriyor ve onları canlı tutuyordu. Baskı ve sansürler, geçmiş medeniyetlerden miras alınan bilgiyi yok olmanın eşiğine getirirken, bu medeniyet, bilgiyi diri tutuyor ve sonraki nesillere aktarıyordu. Her ne kadar biz ona ne kadar çok şey borçlu olduğumuzun farkında olmasak da, bu medeniyetin bize kazandırdığı şeyler, mirasımızın çok önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Arap matematikçilerin katkıları olmasaydı, bugün teknoloji endüstrisi diye bir şey olmazdı.”*

Yerçekimini Isaac Newton’un bulduğunu öğreten sistem; Câbir bin Hayyân’m kimya biliminin temellerini oluşturan asitleri ve damıtım teknolojisini bulduğunu, dünyanın ilk rasathanesinin Bağdat yakınlarındaki Şemmasiye’de 828’de kurulduğunu, Battâni’nin 858’de ilk astronomik ölçümleri yaptığını, kızamık ve çiçek hastalıklarını Râzi’nin bulduğunu, ilk yıldız katalogunun 1437’de Uluğ Bey tarafından yayımlandığını, Zehrâvî’nin 200’den fazla tıp aleti keşfi ile modern ameliyat teknolojisinin temellerini attığını, kan dolaşımını İbnü’l Nefis’in keşfettiğini, ilk hastane uygulamasının Nureddin Hastanesi olduğunu, sosyoloji ve iktisat teorisinin temellerini İbn-i Haldun’un attığım, kamera ve karanlık odayı İbnu 1 Heysem’in, dünyanın yuvarlaklığını İdrisî’nin keşfettiğini neden öğretmez?

Kabul ediyoruz ki, birkaç yüzyıldır liderliği Batıya kaptırdık. Bir Batılının kendine ait nesi varsa övünç kaynağı olurken, bir Müslüman yahut da bu ülkenin diğer insanları, Müslümanların bilim ve medeniyete katkılarından neden utanır? Oysa bugün bizden üstün gibi gözükenler, ölümcül etkisi asırlarca süren DDT gibi bir zehri, insanlıkla savaş aletine56 dönüştürmeleri ile kanser gibi bir hastalığı yapay olarak ortaya çıkarmışlardır. Para ve teknoloji bir medeniyetin göstergesi ise Batı medeni sayılabilir. Lâkin onların bilgi ve bilimi, daha çok kâinatın ve o kâinatta yaşayan canlıların sömürülmesi için kullandıklarını unutmamak gerekir. Bilim yuvası olduğu iddia edilen günümüz üniversitelerinin, özellikle Batıdaki işleyişi hakkında bakın Gündüz Vassaf ne diyor: “Sonuçlarını kamuoyunun bilmesi gereken araştırmaları üniversite yapıyor, lâkin parayı ilaç, kimya, silah, enerji firmaları veriyor. Bu araştırmaların sonuçları gizli ve parayı verenlerin dışında kimse erişemiyor. Üniversiteler de şirketleşmiş durumda. Parayı verenler hesabına çalışıyor. Artık üniversiteler firma, öğrenciler tüketici, firmalar müşteri. Meselâ napalm bombasıv -Rockefeller’in- Harvard Üniversitesinde geliştirildi. Yine, işkence aletleri ve tekniklen üniversitelerde geliştiriliyor. Ordular veya benzer gruplar sipariş veriyor. İnsanın hangi işkenceye ne kadar dayanacağı ve bu işkencelerin ne tür etki ve sonuçlar meydana getireceğini ise üniversiteler araştırıp, geliştiriyor. Yine bir doktor ilaç bulduğunu açıklıyor ve insanlar üzerinde denemeye başlıyor, arka planı araştırıldığında görüyorsunuz ki, arkasında bir ilaç şirketi var ve insanlar üzerinde deney yapılıyor. Oysa üniversiteler eskiden düşünce üretirdi. Şimdi bu alanlar para getirmediği için açılmıyor. Üniversiteler yeniden düşünce üretimine dönmeli!

Bu bilim yuvalarında veya buralarda yetiştirilen insanların yönettiği endüstride, bugün 2,5 milyar kg, yani 2.500.000 ton pestisit59 kullanılıyor. Ve bunlar; meyve-sebze, su ve hava ile insanlara geçmekte. Eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore bu konuda bakın ne diyor: “Hükümetler, pestisitlerin güvenlik seviyelerinin belirlenmesinde bunların zehirli etkilerini değil, sağlayacağı ekonomik yararları göz önüne alıyor. Kanser ve sinirsel hastalıkların artması pahasına, tarımsal üretimde artış sağlandı. Tehlikeli bir pestisitin pazardan çekilmesi onlarca yıl alırken, çok zehirli pestisitlere hemen ruhsat verilebiliyor. Bu zehirlerin insanlar üzerindeki etkilerini araştıran üniversiteler sadece bazı rastlantısal etkilere rastladıklarını söyleyerek kamuoyunu uyuşturuyor. Acilen bu yalanlara, tatsız gerçeklerin şekerle kaplanarak sunulmasına son vermeliyiz.” Küresel güçlerin kısa vadeli kazançları için, insanlığın kalıcı bir trajediye maruz bırakılmasında iş dünyası ve siyasetçiler kadar, bilim çevrelerinin de kusuru vardır. Elbette bilim ya da üniversitelerin tümüyle böyle olduğunu söylüyor değiliz. Ama bilim ikiyüzlü! Bir yüzüyle insana faydalı oluyor, diğer yüzüyle şeytanla pazarlık yapıyor.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir