İslâm kaynaklarında şeker

İslâm kaynaklarında şeker

Şeker kelimesi, Farsça bir isimdir. Müslümanlar şekerkamışı ile 632’de, dönemin İran’ı ile ilişkilerinde tanışmışlardır. Zaten ne Kur’an-ı Kerim’de, ne de hadis-i şeriflerde ‘şeker’ kelimesi geçer. Ancak Kamer Suresi 35. ayet-i kerimesinde, son kelime olarak ‘şekera’ kelimesi geçer, ancak bunun anlamı ‘şükürdür (şükretmek). Bu konuda sadece ilk dönem tıp kitaplarında, doğal şeker kamışı suyunun ilaç yapımında kullanılmasına yönelik bilgilere rastlanıyor.

Muhtemeldir ki şeker kelimesi, Arapçaya (sukrun) da, İngilizceye (sugar) de Farsçadan geçmiştir. Hurma ve bal konusunda oldukça zengin olan Arapların, şeker gibi daha tatlı olan bir şeye zaten ihtiyaç hissetmeleri mümkün gözükmemektedir. İbn Kayyim El Cevziye’nin Tıbb’un Nebevî adlı eserinde, şeker kamışı hakkında özel bir bölüm yer almaktadır. Hakeza, El Hüseyn ez-Zeyyad ve Abdullah ez-Zeyyad’ın İmamların Tıbbı eserinde de, şeker kamışı şekerinin ilaç tariflerinde yer aldığını görüyoruz. Tıbb’urı Nebevide nakledilen “suyu şekerden tatlıdır”218 mealindeki hadis-i şerifte, şeker kamışı suyundan söz edildiği belirtiliyor. Bu da bize, şekerin kullanılmasa bile bilindiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bunun dışında, hadis-i şeriflerde ‘şeker’ kelimesi geçmemektedir.

İslâm kaynaklarında şeker

Zararlı bir madde hakkında İslâm hukukundaki hüküm nedir?

Tabiî hali helâl olan bir gıda ürününün içeriğine, petrol veya benzeri zehirli ve zararlı kimyasalların ilâve edilmesi durumunda bu ürünün durumu nedir? Müslü-manlar bu tür ürünleri tüketebilirler mi? Kimi çevreler, Kur’an-ı Kerimde haramların sayıldığım, bunun dışındakilerin haram olamayacağını ifade etmektedirler. Ancak, bu haramların sayıldığı surelerden biri olan Bakara 173’ten bir önceki ayet-i kerimede “Ey îman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tayyib (temiz) olanlarından yiyin”22′ buyurulur iken, bir başka ayet-i kerimede ise “(Pis ve haram olan şeyleri yiyip içmede), şeytan (ve benzerlerinin) adımlarını izlemeyin” buyrulur.

Sanırım Allah’ın ayet-i kerimelerdeki ‘tayyib’ ve ‘pis’ kavramları ile neyi kastettiği üzerine uzun uzun düşünmemiz gerekiyor.

Müslümanlar mutlak olarak helâl olan şeylerin temizlerinden yiyip içmekle mükellef iseler; acaba kimyasal gübre, böcekleri öldürmek için kullanılan tarım zehirleri, büyüme, olgunlaşma, verim artışı gibi gerekçelerle gıdalara eklenen tarım kimyasalları, hormonlar ve antibiyotikler, sentetik tatlandırıcılar ve rafine şeker gibi birçoğu insan bedeninde kısa, uzun ve orta vadede çeşitli hastalık ve kalıcı hasarlara neden olduğu tıbbî olarak ispatlanan bu ürünler, tayyib sınırını aşıp, pis, necis hatta habîs oluyor mu? Tayyib/temizi sadece, yere düşüp kirlenme gibi oldukça dar bir anlamda kullandığımız zaman, Kur’an-ı Kerim’in çağlara şamil özelliğine zarar vermez mi? Allah (c.c.) bu yasaklama ile 19. asra gelindiğinde, yarattığı kullarının bitkileri değiştireceklerini, hırs ve tamahkârlıkları yüzünden onları kirleteceklerini, zararlı kimyasalları ürünlere ekleyip, konu hakkında hiçbir bilgisi ve dahli olmayan bebeklerin tüketmesini sağlayarak; diyabet, böbrek yetmezliği, obezite ve kanser gibi çok sayıda hastalığa duçar bırakarak, daha çocuk yaşta yine birbirinden zararlı ilaçlara, ameliyatlara maruz kalarak acı çekmesi hatta ölmesine işaret ediyor olamaz mı? Bir kimsenin küfür veya darba maruz kalması, bir insan hakları ihlâli sayılırken, birilerinin şirket çıkarı için; yaşamın temel kaynaklarını tahrip etmesi, zararlı hâle getirmesi ve ölümlere neden olması da bir insan hakları ihlâli değil mi?

Küresel şirket çıkarları için; hem evrenin tüm kaynaklarının kirletilmesi, hem bitkilerin yok edilmesi, hem evrendeki düzenin tekâmülünün birer parçası olan böceklerin yok edilmesi, su kaynaklarının kirletilmesi, toprağın toprak vasfının ortadan kaldırılmasına, acaba Müslümanların klasik düşünceleri ve bugünkü fıkıh anlayışları ile çözüm üretilebilir mi? Bunun için, daha donanımlı ilahiyatçılara, Batının şirket çıkarı üzerine inşa ettiği; bilim, teori ve yöntemleri dışında bilgi olabileceğine inanan ve buna yönelik çaba gösteren, tıpçı, gıdacı, kimyacı, biyolog, hukukçulara ihtiyaç vardır. Maalesef günümüzdeki bu meslek mensuplarının önemli bir kısmının fıkıh bilgisi, sadece namaz, oruca ait ilmihâl bilgisinden ibaret. İlahiyatçılarımız bu alanlardan birinde yoğunlaşarak, Müslümanların diğer sorunlarına çözüm üretmekten çok uzaklar. İlahiyatçı ama genetik ihtisası yapmış, ilahiyatçı ama katkı maddeleri konusunda bir gıda veya kimyacı kadar bilgili birine, günümüzde daha fazla ihtiyaç yok mu? Neden bir ilahiyatçı, fıkhın tüm alanlarında kendini yeterli görmek gibi bir zorlamanın altında ezilir. Tıp doktorları gibi, İslâm Fıkhının (hukukunun) alt ihtisas alanlarının oluşturulmasının vakti geçmedi mi? İlahiyat fakültelerinde genetik fıkhı, tarım fıkhı, gıda fıkhı gibi kürsüler veyahut ihtisas alanları kurulsa, bu sorunlara yönelik hem âlimler yetiştirilmiş, hem de çözümler üretilmiş olmaz mı? Nasıl ki göz cerrahına gidip kalp ameliyatı yaptırmıyorsak, miras hukukunda ihtisas yapmış bir fıkıhçıya da gidip, genetikle, tarım kimyasallarıyla, jelâtinle ilgili sorularımızı yöneltemiyoruz. Zaten yönelttiğimizde de konuyu bilmedikleri için, bazen, bilmiyoruz da diyemedikleri ve alimler yanılsa da sevap alırlar’ gibi bir düşünce ile verdikleri tatminden uzak fetvalarla, konuyu çözümsüz kılmaya devam ediyorlar. O halde, sorunlarımıza çözümler üretecek âlimleri yetiştirmenin vakti geldi de geçmiyor mu?

Bu çalışmayı sürdürdüğümüz sırada, Müslüman Âlimler Birliğinin genel kurulu için İstanbul’a gelen önemli âlimlerden Selman Avde’ye ‘Helâl ve temiz oldukları hâlde, zararlı tarım kimyasallarının ve zararlı katkı maddelerinin eklenmesi nedeniyle, insan sağlığının bozulması ve de kalıcı hastalıkları ortaya çıkarması sonucu ile “tayyib/temiz olanları yiyin” emri arasında, bir ilişki söz konusu mu?’ diye sordum. Selman Avde, “Tarım kimyasalları ve katkı maddelerinin insana zarar verdiği ispatlanmış ise, onları tüketmek haramdır”m dedi. Aynı soruyu, Şafii âlimlerinden Halil Gönenç hocaya yönelttiğimde de aynı cevabı aldım. Gönenç hoca, “Tarım ürünlerine veya gıdalara dışarıdan eklenen maddeler şayet helâl maddeler değilse ya da insan sağlığı için zararı biliniyor veyahut da ispatlanmış ise helâl değildir” dedi.

Yine konu hakkında görüşlerine müracaat ettiğimiz Prof. Dr. Saffet Köse şunları ifade etti:

“Kur’an-ı Kerimin bütün peygamberlere (Muminûn, 23/51), Müminlere (Bakara, 2/172) ve bütün insanlara (Bakara, 2/168) emrettiği temiz ve helâl yiyeceğin (helâl-tayyib) kapsamına, zararsız olma özelliği taşıyanlar da dâhildir. Ayetlerde ve hadislerde geçen ‘tayyib’ kelimesi güzel, temiz, helâl, saf, doğal, kaliteli anlamlarına gelir. En temel özelliği katışıksız ve saf olmasıdır ki, değerini de buradan alır. Bunun tersi ise ‘habîs’tir116 ve hem kazanç yolu itibariyle pis yani haram, hem de sağlık açısından zararlı olanları kapsar. İlgili ayet, bunun sadece Kuranda değil, İncil ve Tevrat’ta da aynı şekilde zikredildiğini bildirir. Burada ilginç olan; Hz. Peygamberin bu tür yollardan, yani insan sağlığıyla oynanması ile ya da haram yollardan elde edilen kazançlarla yapılan ibadetlerin (zekât, infak, hacc hatta bazı alimlere göre bedeni ibadetler) Allah tarafından kabul edilmeyeceğini bildirmiş olmasıdır.

Canı ve sağlığı korumak, bütün dinlerin ortak hedeflerinden birisidir. Bu sebeple, sağlığa zarar veren şeyler, ilke olarak yasaklanmıştır. Bu bağlamda, insan sağlığına zararı tespit edilmiş olan maddelerin gıdalarda kullanılması haramdır. Bunun yanında, meyve ve sebzelere, kısaca bitkilere olumlu katkısı nedeniyle kutlanılan tarım ilaçlarının miktar ve süre olarak belirlenen esaslar dâhilinde kullanılması zorunludur. Aksi takdirde; verilen süreye uyulmaması ya da belirtilen miktara uygun davranıl-mamasından doğan zararlı etki mevcut ise, bu ürünlerin de tüketiciye sunulması caiz değildir. Hz. Peygamberin ‘zararyoktur’22’ hadisi bu konuda dageçerlidir.”




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir