Bahar ve Stres

Bahar ve Stres

Bahar geldiğinde insan kendini daha güçlü hissediyor. Güç denen duygunun stres kontrolündeki etkisi ise zaten biliniyor. Stresle başa çıkmanın en ciddi yöntemlerinden birisi, stresi kontrol altına alabilmektir. Çünkü stres kontrol altında alındığında, beyin stres nedenlerini ve stresle başa çıkmak için ne yapması gerektiği konusunda analitik/çözümsel kararlar verebiliyor.

Otoriteler mevsimlerin mutlulukla ilişkisinden söz ederler. Güneşin, çiçeklerin, baharın mutluluk hormonlarımızı aktive ettiğini ve yaşamın daha bir güzel olduğunu hepiniz hissetmişsinizdir. İnsanın kendisini iyi hissetmesiyle, içindeki pozitif duygular yüzüne yansır, çevremizdeki iletişim renkli bir hale döner ve yaşamanın keyfini hissederiz. Güneşin cesaret veren özelliğinin beraberinde, renk armonisiyle başlayan baharın görselliğinin ve içimizde hissettiğimiz kış geçişiyle değişen hava sıcaklığının verdiği iç huzur, stres nedenlerinin çözümünde bizi güçlü kılar ve kendimizi daha huzurlu hissederiz. Bahar geldiğinde içimize sığmayan duygular hisseder, çevremizle daha iç içe olmak isteriz. İçimizde bizi tetikleyen bir şeyler vardır. Hissettiğimiz coşku, tıpkı doğanın uyanışı gibi bizi tatlı bir şekilde uyarır. Pozitif duygularımız bizi hayata bağlar ve kendimize olan güvenimiz tazelenir, ardından hissettiğimiz pozitif duygular sayesinde kendimizi iyi hissederiz.

Bahar ve Stres

Bir bahar günü

Aylardan Nisan’dı.

Yeni evlenen bir arkadaşımı tebrik etmek için evlerine ziyarete gittim. Günlerden Pazar’dı. Ev İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Beylerbeyinde muhteşem bir yalıydı. Kapıyı düğün gecesi gördüğüm eşi açtı. Güler yüzlü biriydi. Sanki saatler önce kalkmıştı, makyajı ve özenle seçilmiş giysileriyle çok bakımlıydı. Saçları kuaförden yeni çıkmış gibiydi.

Bakımlılığı, nezaketi ve kibar davranışlarıyla hiç beklemediğim karşılama şekline hayran olmuştum. Birden arkadaşımın çok şanslı olduğunu düşündüm. Evlilik güzel şey olmalı diye geçti içimden.

Beni salona aldı, denize bakan salonun kocaman camlı kapıları ardına kadar açıktı. Nisan rüzgârlarının denizi yalayarak boğazın sularından getirdiği ıslak zerrecikler, nazikçe yüzüme dokunuyordu. Büyülü tabloyu arkadaşımın eşi bozdu.

“Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk.”

Denizden gelen ıslak zerreciklerin beni rahatsız ettiğini düşünmüş olmalı.

“Kapıyı kapatmamı ister misiniz?”

“Böyle kalırsa sevinirim” dedim, gülümsedi.

Sağa sola baktım, arkadaşım görünürlerde yoktu. Sordum.

“Ziya bey” demeye kalmadı:

“Şimdi gelir.”

Aradan çok geçmedi Ziya içeri girdi. Arkadaşımın eşini gördüğümde karşılaştığım nazik sürpriz Ziya’yı gördüğümde tersine döndü. Pijamalarıyla gelmişti, geceden kalma ter kokusu hissediliyordu. Tıraş olmamıştı, saçları dağınıktı ve gerinerek esniyordu. Ziya’yı böyle görmek beni şaşırtmıştı. Şaşkınlığımı fark etmiş olmalı ki çenesini sıvazlayarak;

“Pazar günleri tıraş olmuyorum.” deyince eşi söze karıştı.

“Ben Pazar günleri de tıraş olmasını, işe gider gibi bakımlı olmasını istiyorum ama beni dinlemiyor.”

Boğaziçinin mavi sularını seyrederken, denizin Pazar günleri de değişmeyen güzelliği karşısında kahve içtik. Havadan sudan konuştuk. Bir saat oturduktan sonra izin isteyerek ayrıldım. Aradan üç ay geçtiğinde arkadaşımın eşinden ayrıldığını öğrendiğimde şaşırmadım.

Aylar sonra bir öğlen kahve içmek için gittiğim bir kafede Ziya’nın adını bile hatırlayamadığım boşandığı eşine rastladım. Beni masasına davet etti ben de kabul ettim. Çayı yudumlarken anlatmaya başladı:

“Boşanmak zorundaydım. Tatil günleri kendisine karşı göstermesi gereken özeni göstermemesi bana yapılmış gibi gelmeye başladı ve kendimi yoğun stres altında hissetmeye başlayınca boğulacağımı sandım ve artık yapamayacağımı anladım.”

Yaşamın en gizemli yanı, doğadaki her şeyin birbiriyle alışveriş halinde olmasıdır. Farkında olmadan çevremizden bir şeyler alır ve bir şeyler veririz. Aldıklarımız kendimize huzur veren, motivasyonumuzu artıran şeyler ise o çevrede olmak için gayret sarf ederiz. Eğer bulunduğumuz ortamdan pozitif bir şeyler alamıyor, mutlu olamıyor, üstelik can sıkan bir şeylerle karşılaşıyorsak, o çevrede kalmak istemiyoruz. Bunu bahar geldiğinde pikniğe gitmek, yazın tatil için denize gitmek, kışın kayak yapmak gibi açıklayabiliriz.

Hayatımızın süsü

Hayallerimiz hayatımızı süslüyor. Kimimiz hayattan bir şeyler bekliyor, kimimiz bir sürü şey istiyoruz. Farklı konumlarda, farklı ülkelerde olmak ve sahip olmak istediklerimiz hayallerimizi süslerken keyif alsak da, bunun gerçek olmadığını bilinçaltı farkındayızdır. Ancak hayaller bizim için itici bir dürtüdür. Hayallerimize göre plan yapar, proje geliştirir ve hayallerimizin gerçekleşmesi için kendimizi yönlendiririz.

Mutlu hayaller insanın ruhsal dünyasının baharıdır; ancak aşırı hayalci olmak, hayallerin gerçekleşme şansını azaltacağından, kaçınılmaz bir gerçekle karşılaşırız ki bunun adı STRES’tir.

Hayallerin özelliği “kendimize çeki düzen vermek için neler yapabiliriz?” olmalı. Nerede olmayı hayal ediyorsak, o konuda “yapılması gerekenleri eksiksiz yerine getirmeliyim” inancı ve hırsını içimizden hissetmeliyiz ve karşımıza çıkacak muhtemel aksilikler sonucu inancımızı asla kaybetmemeliyiz.

Her mevsim kendimizi farklı duygular içinde buluruz. Sorgulamadan keyif almaların hüküm sürdüğü doğanın güzellikleri karşısında hissettiklerimiz bizi yönlendirdiği gibi, kazandırdığı içsel motivasyon, hayata karşı sıkı sıkı tutunduğumuz bir dal gibi güvence duygusunun sevincini hissettirir. O zaman yaşamın bir sonraki anlarını düşünürüz; biraz daha heyecanlı, biraz daha sevinçli. Belirginleşen isteklerimiz kulaklarımıza bir şeyler fısıldar ve çok daha farklı ufuklara doğru ilerlemeye başlarız.

Mevsimlerin farklı bir özelliği de insanı yenilemesidir. Bir gün, bir ay, bir yıl önceki yaşananlar sanki hiç yaşanmamış gibi yeni sevinçler, yeni heyecanlar, yeni tutkularla başlarız yeni günlere. Duygularımız öylesine taze ve sevgi doludur ki kendimizden geçeriz. Hayatımızın süsü olan duygularımız, doğayla birlikte yol alır zihinlerimizde. Şekillendirici animasyonlarla doruk noktasına çıkan hayal kahramanlarımız, bizi otomatik pilota bağlar gibi yönlendirir ve dalar gideriz odaklandığımız duygularımızın peşinden. Buradaki asıl mesele, odaklanmamıza neden olan duygularımızın, neden ve neye odaklandığının farkında olmamızın gerektiğidir. Yaşadıklarımızın hafızamızda kalan resimleri, bizi sarmalayıp yoğurur ve şekil verir. Algıladıklarının analizini yapan beynimiz, yaptığı sentezle yeni resimler oluşturur ve yeni oluşan resimler bizi arkasından sürükler. Ne yapacağımız, nereye gideceğimiz artık ikinci plandadır. Tek amaç sadece beynimizin yeni oluşturduğu resim doğrultusundaki heyecanı hissetmek ve duygularımızın peşinden gitmektir. Eğer işi sadece duygularımıza bırakırsak, beklentilerimizin karşısında hayal kırıklıkları yaşarız. Yapmamız gereken kalbimizden gelen duygularımız ve beynimizden gelen gerçekçi esintilerin ortak dilini kullanmaktır. İşte o zaman çıkmak istediğimiz basamaklar bizi doğru yere götürür.

Yaşamı paylaşmak

Paylaşmak insanın en gizemli özelliği…

Yaşamdan keyif almamızın nedeni, mutluluğun kıvılcımlarını içimizde hissettiğimiz en doğal davranışlarımızdan birisidir hayatı paylaşmak. Bazen isteyerek, bazen isteğimiz dışında gerçekleşen hayallerimizin itici gücü, bizi motive ettiği gibi pozitif duygular hissettirir. Paylaşmak büyük düşünmenin eseridir. İnsanın çevresindeki her şeye değer vermesi ve günü geldiğinde aldıklarından keyif alan, gelecek için altyapı hazırlayan bir davranıştır. Çünkü yaşamın anlamında gizemli bir alışveriş sistemi saklıdır. “Ne verirsen onu alırsın” teorisi paylaşmanın önemini ortaya koyarak, insanı doğanın vazgeçilmez kuralına karşı sorumlu ve doğayla alışverişi oranında güçlü kılıyor.

Yıldızlara yolculuk

Ergenliğe geçiş yıllarında akşamları mahallenin ortasındaki toplanma yerine gider yıldızları seyrederdik. Herkesin bir yıldızı ve herbirimizin yıldızlara gitmeye dair bir öyküsü vardı.

Önünde toplandığımız ağacın dallarında akşamdan uyuyan kuşlar uyanır bizi dinlerdi. Hepimiz bir orkestranın elemanları gibi birbirimizi tamamlardık. Birlikteliğin ne anlama geldiğini dahi anlamadan sürdürdüğümüz arkadaşlıklar, karşılıklı hayal kurma yarışlarıyla devam ederken, aramızdaki rekabet nedeniyle sürtüşmeler olsa da beraberlikten çok keyif alırdık.

Birbirimizin yokluğunu sorgular, neden gelmedi diye merak eder ve tıpkı yokluk gibi paylaşmanın eksikliğini hissederdik.

Melankoli

Melankoli hiç bir neden yokken, hüzünlü duygu yoğunluğu yaşamak ve hüzünden keyif alırcasına güçlü bir dünya oluşturma çabasıdır. Bazı otoritelere göre ise, başarmak adına sinsi bir düşünce dünyasına dalmak yolculuğudur.

Yaşama sevinç ve hüznün müşterek penceresinden bakmak… Hüznün içinde mutluluğu aramak düşüdür melankoli…

Bir tür gençlik hastalığı olan melankoli, o yaşlarda insanın olmak istediği bir yaşam şeklidir. Aşırı tutkuların ardına saklanmanın gizemini esrarlı davranışlarla sergilemek, sanki her şeyiyle kabul edileceğinin saflığıyla tercih nedeni olmaktadır. Kendisinden başka hiçbir şeyin değeri yokmuş gibi düşünmek, ancak kendi değerini de önemsemeyen bir mantıkla hayal dünyasında yaşamaktır.

Ergenlikle başlayan duygularımızın tepe yaptığı yıllarda, hepimizin kendini içinde bulduğu bazen geçici, bazen kısa aralıklarla hissettiği tuhaf, tuhaf olduğu kadar insanı çeken büyülü bir yaşam. Enteresan tarafı ise, insanın kendini bir şey sanması. İşte melankoli. Romantizme yakın gerçeklerden uzak, uzak olduğu kadar hayaller içerisinde yüzen tozpembe bir dünya.

Dehaların melankolik insanlarla ortak benzerlikleri vardır. Melankolikler de dehalar da çok düşünür. Melankolikler yaşadıklarının öylesine etkisi altında kalmıştır ki, her an yaşadıklarını düşünür, düşündüklerine şekil verir ve verdiği şekillerle hayaller kurar, kurduğu hayal denizinde kendisine mutluluğa giden bir yol çizer; ama hiçbir şeyi gerçekleştirmek için çaba sarf etmez. Her şey hayallerde kalır.

Dehalar ise geleceği düşünür, beyninden yapmak istediklerini geçirir, onlara şekil verir, sürekli yaratıcı projeler üretir, tek amacı tasarladığı konuda başarıya ulaşmaktır ve ulaşıncaya kadar düşündüklerinden asla vazgeçmez.

Miğferine çiçek eken asker

Yıllar önce ünlü tiyatro üstadı Nejat Uygur’un bir oyununa gitmiştim. Oyunun adı “Miğferine Çiçek Eken Asker”di. Savaş günlerini komedi tarzında anlatan bu oyun, bana göre trajedi kokan bir dramdı. Oyun ilerledikçe çok keyif aldım.

Kendimi sevimli bir zaman yolculuğu içinde hissediyordum. Oyundan öylesine etkilenmiştim ki, sonucunu hiç düşünmeden izliyor, “oyun keşke bitmese” diye düşünüyordum.

Oyunun son sahnelerinde hiç beklemediğim bir sürprizle karşılaştım ve gözlerimin buğulanmasına engel olamadım. Savaşmak istemeyen bir asker miğferine çiçek ekmişti.

İnsanların tiyatroda konu ne kadar dram içerirse içersin ağlamaları pek azdır; ancak miğferine çiçek eken asker rolünün yüzüne çok yakıştığı Nejat Uygur’un tavrı karşısında göz-yaşlarımı tutma ihtiyacı duymadım. Artık ağlamam gerekirdi. Savaş ne kötü şeydi. Babaannemin Çanakkale Savaşı’nda şehit olan dedemin arkasından döktüğü ağıtlar gözlerimin önüne geldi.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir