Kimyasal Gıda Boyaları ve Beslenme

Kimyasal Gıda Boyaları ve Beslenme

1928’de West Virginia senatörü Matthew Neely, kongrede yaptığı meşhur konuşmasına ‘insanlığın en büyük derdinden dem vurarak şöyle diyordu: “Giyotinden daha açgözlü, savaşa giden en kuvvetli ordudan daha yıkıcı, insan ırkının varlığını tehdit eden, herhangi bir musibetten daha ürkütücü bir canavardan söz etmek istiyorum. Sözünü edeceğim canavar, her ülkede yetişkinlerin ve çocukların etini, kanını, beyinlerini ve kemiklerini yiye yiye semirmektedir. Onun yüzünden mahvolan insanlığın iniltisi, hıçkırığı, çığlığı, elle tutulabilir bir şey olsaydı, dağlar kadar büyük olurdu. Ağlayan kadınların gözlerinden akan yaşlardan okyanus olurdu. Dökülen kanla her denizin dalgası kızıla bürünürdü.

kimyasal gida

Bu iğrenç, öldürücü ve doymak bilmeyen canavarın adı ‘kanserdir.”’ John Cope, 1932de çıkan Kanser Uygarlık Dejenerasyon adlı kitabında, ahlâki bir retorikle, kanseri medeniyet hastalığı olarak tanımlıyordu. Cope, “Dönemin medeniyetinin kendisi zaten hastaydı. Kanser, çökmekte olan bir kültürün belirtisi, aynı zamanda yozlaşmış ahlâk anlayışının ve davranışların bir ifadesiydi” diyordu. Kimyasal ürünler, tohum ve GDO devi Dupont’un 1937de işten kovduğu, 1940’larda ‘Nazi olmakla’ 1950’lerde ise komünistlikle suçlanan William Hueper2; hangi mesleklerin ve kimyasalların hangi kansere neden olduğunu bulmanın yanı sıra, radyasyon kaynaklı lösemiyi keşfetmişti. Hueper, krom endüstrisinde akciğer kanseri riski olduğunu tespit etmiş, gıda ve saç boyalarında kullanılan arseniğin, bazı cilt kremleri ve losyonlardaki östrojenlerin, kaş kalemlerinde kullanılan isin, kansere sebep olacağını ortaya çıkarmıştı.

Bu ise, başta Dupont olmak üzere, Batılı kimyasal ve gıda üreticilerinin işine gelmiyordu. Bütün bunlar ‘medeniyet’ olarak sunulan yeni yaşam biçiminin sonucuydu ve her türlü biyolojik, kimyasal ve genetik kirliliği; aşırı beslenme/tüketim ve israfı, fiziksel tembellik ve isteksizliği, bencilliği, algı dünyası problemlerini, çeşitli ahlâksız tutumları, cinsel rol değişikliklerini ve uzayıp giden listeleri de beraberinde getirdi. Gıdaları korumak için nitrat, unu/ ekmeği beyazlatmak için benzol peroksit, gıdaları boyamak için madensel tuz ve anilin boyalar, suları dezenfekte etmek için klor… Rafine edilen süt ve şeker, birbirini izleyen tatlandırıcılar… Bu janjanlı liste ilk etapta hazzı ortaya çıkardı, ardından biyolojik kanserleri…

Biyolojik kanserlerden başka, bir kanser türü de vardır ki, o da manevi kanserdir. Kâbe-i Muazzamada vakit geçirmek nasip oldu. Medine’nin iftar sofraları herkesin malûmu. Mekke’de, Mescide ekmek götürmek yasak. Çünkü Mescid’in içinde birkaç milyon insan için sofra kuruluyor. Envai tür hurma ve tüketemeyeceğiniz kadar Zemzem3. Fakat bir sorun var. Kâbe’ye namaza ve iftara gelenlerin önemli bir kısmının elinde kola var. Hatta içerde hayrına kola dağıtıyorlar. Hurma ve Zemzeme rağmen, kolaya tenezzül eden Müslümanlarla çaresiz aynı sofrayı paylaşmanın dayanılmaz acısı kaplıyor içinizi. ‘Çok Zemzem içme böbrek hastası olursun’ şeklinde safsata tavsiyeler bir yana, kaldığımız otelde sahurda dolapta kola bittiği için otel görevlilerine ağız dolusu hakaret eden VIP umrecileri gördüğümde, yaşadığımız sorunun vahametini daha iyi kavrama imkânım oldu.

Kadir Gecesi Mescide girmek neredeyse imkânsızdı. Mescide bir kilometre uzaklıktaki mesafeler bile insan doluydu ve insanlar namaza durmuşlardı. Yatsı namazında, hatta akşam namazında başlayan ibadet maratonu, sahura kadar aralıksız devam etti. Kâbe’nin en meşhur imamlarının birkaç saat süren ve gözyaşlarını sele dönüştüren dualarının içinde yok yok. Meselâ hıçkırıklarla, “Kudüs’ümüzü geri ver, Mescid-i Aksa’yı esaretten kurtar Allah’ım” diyor defalarca imam. Semaya doğru yükseldiğini sandığınız “âmin” çığlıkları birbirini izliyor. Düşünüyorum; az önce, Zemzem yerine kola içen midelerden enerji almış insanların âminleri, bırakınız semayı, acaba Kâbe’nin duvarlarına ulaştı mı? Hiç sanmıyorum.

Beş milyona yakın insan Allah’ın evinde, Kadir Gecesinde gözyaşları sel olarak dua edecek, âmin nidaları şehri saracak, ama kimsenin hayatında ve yeryüzünde hiçbir şey değişmeyecek. Bu anı hatırladığım her zaman, şu iki hadis-i şerifin manasını düşünürüm. EbuHureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v.) buyurdular ki: ‘Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helalden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak. Böy-lelerinin hiçbir duası kabul edilmez”* Yine Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v.), bir gün ‘Ey Rabbim, ey Rabbim diye dua eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki, ‘Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?”5 Maddi yani biyolojik kanserlere duçar olanlarımızın tedavisi için gereğini yapmak üzere seferber olurken, manevi kanser için neredeyse hiç gayret etmeyiz. Oysa kuvvetle muhtemel, maddi kanserin de manevi kanserin de ana nedeni aynı: Mide!

Aslında, şuuraltı zenginliklerin keşfi ve derinlikli düşünce, ancak boş bir mideyle ya da midenin adam edilmesi ve hazzın frenlenmesiyle mümkün. İnsan ana rahminde, kendisi için hazırlanmış gıdalarla beslenir. Rahimden dünyaya hicret ettiğinde ise midesine girecek gıdaları hazmetmeye mecbur. Bu hicretten sonra, onun beden ve ruhunun yapısını, midesine layık gördüğü gıdalar belirleyecektir. Çocuğun bu alışkanlıklarını hem anne karnındayken hem de dünyaya gelişinden sonra belirleyen, ebeveyndir. Fakat çoğu anne-baba maalesef bunun farkında değil. Bugün insanların çoğu, yeterince su içmedikleri için sayılamayacak kadar çok hastalığa yakalanmaktadır. Oysa sadece düzenli ve yeterli su içmeyi başarabildiğimizde bile bağımlısı olduğumuz ilaçlar, hastaneler ve zararlı içecek ve alışkanlıklardan kurtulacağız.

Amerika Birleşik Devletlerinin 1980’lerde sağlık harcamalarının GSMH içindeki oranı yüzde 8,8 iken, 2002de bu oran 14,9’a yükselmiştir. 2003 yılında toplam sağlık harcamaları 1,7 trilyon dolara yani GSMH’nm yüzde 15’ine ulaşmıştır.6 Kişi başına sağlık harcaması, 1980de 1000 dolar civarında iken, 2002de 5400 dolara, 2008 yılında ise 6102 dolara yükselmiştir. Sıkı maliyet kontrolü politikalarına rağmen, artışların önüne geçilememektedir. Sağlığını tümüyle kaybeden ABD’lilerin yine sağlıkları için, 2012de yıllık milli gelirlerinin yüzde 18’ini, 2013’te ise yüzde 20’sini harcaması öngörülmektedir. Fransa’nın da son kırk yılda sağlık harcaması 7 kat artmış ve kişi başına 2300 avroya ulaşmıştır.7 Türkiye’de ise 2009 yılında sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı yüzde 5’tir* ve kişi başına sağlık harcaması 600 doların üzerindedir. Türkiye’nin, son on yılda hızla artan sağlık harcamasıyla, Batının yolunda olduğu ortadadır. Tüm dünyaya dayatılan Amerikan tipi yaşam ve dolayısıyla beslenme, küresel egemen güçlerin ticari ve insan soyu hakkındaki diğer planlarının bir parçası olup, hızla tüm ülkelere yayılmaktadır. Bunun en hızlı yayıldığı ülkelerden biri hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Hızla artan sağlık sorunları ve dolayısıyla sağlık harcamaları, bunun en büyük göstergesidir. Artan yatak kapasitesi ve hastane sayısıyla övünen bir siyaset mekanizmasına sahip olmamız, karşı karşıya kaldığımız paradoksal yapının en açık göstergesidir.

Günümüzde teknoloji geçmiş çağlara oranla mukayese edilemeyecek bir ölçekte büyüyor. Her an yeni keşiflere imza atılıyor ve yeni bilgilere ulaşılıyor. Aslında teknolojinin bütün bu yaptığı, insanlığın geçmiş çağlardan gelen ortak birikimini geliştirmek ve başkalaştırmaktan öte bir şey değil. Kimileri ilk insan Hz. Âdem’in (a.s.), hiçbir bilgiye haiz olmadığı gibi kötü ve yanlış bir zanna sahip. Peki, insan yaratılıp, bilgisiz bir şekilde yeryüzüne bırakılmış olabilir mi? Dünyevi bilgilere mücehhez kılınmamış bir yaratık, nasıl olur da Allah’ın halifesi olabilir ve onun adına yeryüzünü imar edebilir? Hâlbuki Allah (c.c.), Âdem’e (a.s.) bütün isimleri öğretmişti.’ Âdem’e (a.s.) öğretilen şey ‘ilmi zaruriye’10 idi. İbn Abbas, “Allah (c.c.), Âdeme (a.s.) her şeyi öğretti. Hatta çanak çömleği bile”” diyor. Demek ki ilk insan, dil dâhil ihtiyacı olan her şeyi biliyordu.

Allah (c.c.), insanı çeşitli bilgilere haiz bir şekilde ve yeni bilgi edinme yetenekleri ile donatmıştır. Fizilal’il Kuran adlı kitapta şöyle deniyor: “Yüce Allah (c.c.) -insa-nın- bilmesinde kendisi için faydalar olan tabiat kanunlarının içyüzünü insanın bilgisine açarken, kendisine faydası olmayan gayb sırlarının bilgisini de, ona kapalı tuttu. Meselâ insan, evrenin sırları ile ilgili olarak önüne açılan, azımsanmayacak orandaki bilgi birikimine rağmen, yaşadığı anın ötesinden hâlâ kesinlikle habersizdir.”

İnsanlık, Âdem’e (a.s.) öğretilip ondan miras aldığı bilgiye, binlerce yıldır elbirliği ile yeni bilgiler ekleyegelmiştir. Ancak son elli yılda, insanlığın bütün bilgi ve tecrübe birikimi elinden alınmaya başlanmıştır. Geçmişte, elde edilen her bilgi, tecrübe ile birleştirilir, sonra da yeni nesillere aktarılırdı. Meselâ günümüzde kaç marangoz, ağacın tıpkı mıknatıs gibi artı ve eksi kutbunun olduğunu ve şayet ağaç kutbuna göre işleme tâbi tutulmazsa sorun çıktığını bilir? Günümüzde kaç genç kız, sirke, yoğurt, tarhana, hoşaf, şerbet, sadeyağ, ayran, peynir, pekmez, maya, ekmek, bulgur gibi ürünleri yapmasını bilir? Kaç kişi, deterjan bulamadığında meşe külüyle çamaşırlarını yıkayabilir? Kaç insan, bitkileri tanır ve onları sağlıklı kullanabilir? Kaç delikanlı bez yakıp külünü yaraya basarak, kanamanın durdurulabileceğinden haberdar? Kaç hanım, üzüm, erik, kayısı, armut kurutabilir?

Kaç delikanlı, hangi bitki ne zaman ekilir, hangi tohum ne zaman saçılır, bir üzüm çubuğu ne zaman budanır, bir ağaç nasıl aşılanır, buğday nasıl biçilir bilebilir? Zift denilince yeni neslin aklına ne geliyor acaba? Kevgiri bilen var mı? Su testisi, küp, dağarcık nedir biliyorlar mı? Söğütten düdük çıkarıp çalabilen bir genç var mı tanıdığınız? Koyun, keçi ya da ineğini sağabilecek bir kadın kaldı mı? Bir tavuk ne zaman civciv çıkarabilir ve ortam nasıl hazırlanır, bilenimiz var mı? Salatalıktan, domatesten, soğandan vs. nasıl tohum elde edilir? Ay takviminin ne işe yaradığını veya ay takvimine göre ayın 12 ve 13’ünde hiçbir dişinin gebe kalmadığım, hiçbir tohumun toprağa atılmayacağını bilen kaç kişi kaldı? Evet, maalesef atalarımızdan miras kalan bilgi birikimi yok edildi ve yok edilmeye devam ediliyor. Bu kitabın okurları, ‘bütün bunlar ne işimize yarayacak’ ya da ‘işimize yaramayacak şeyleri bilsek ne olur’ diye düşünecek olsalardı, bu tür bir eseri zaten satın almazlardı. Ümit ediyorum ki onlar, ‘acaba bunları nasıl öğrenebilirim’ ya da ‘bildiklerimi nasıl korur veya çocuklarıma aktarırım’ diye düşünen kimselerdir.

Çocuklukları, gençlikleri köyde, kasabada geçmiş kimseler, oralardaki eski yaşamı çocuklarına neden anlatmıyorlar? Neden dedelerinden aldıkları mirası yeni nesle taşımıyorlar? Neden dayatılan yaşam modeline çocuklarının da esir olmasına rıza gösteriyorlar? Hallerinden çok mu memnunlar? Çocuklarının, küresel güçlerin ürettiği şeytanî tüketim tarzının köleleri olduğu bir dünyadan çok mu memnunlar?

Müslümanlar, savrula savrula yok oldukları süreci ne zaman sorgulayacaklar? Ne zaman hatırlayacağız, insanlığın birikimini elbirliği ile yok ettiğimizi?

Batı, tektipleşmeyi ve hayata at gözlüğü ile bakmayı öğütlüyor. Kolay ve basit gibi sunduğu şeyler, aslında zor ve sıkıcı. Her yanını acıyla doldurduğu hayatı uzattığını iddia ediyor. Hayatı acıyla dolu insanları, ne yazık ki daha acı bir son bekliyor. Yetmişlerden önce doğanlar, şu veya bu şekilde hayata dair bazı farklı bilgilere sahipler, ama sonrası için gelecek hiç de iç açıcı değil. Elektrik uzun kesilse elektrikli ekmek fırınları çalışmayacak. Bu nesil evde ekmek yapmasını da bilmediğinden, aç kalacak. Bütün antibiyotikleri etkisizleştirecek bir sorun ortaya çıksa -eski insanların tecrübeleri yok olup gittiği için- hastalıklar tedavi edilemeyecek. Ayran, hoşaf, yoğurt, pekmez, tarhana yapmayı bilen kimse kalmadığından, belki de bu güzelim kültür unutulup gidecek. Bu yeni nesil aslında hiçbir bitki, gıda maddesi veya ilacın kendi başına tedavi etmediğini, şayet parmağınız kesilirse iyileşmeyi sağlayanın dikiş, bandaj veya iyot değil, bedenin kendisi olduğunu bilmiyor.13

Endüstri çağı öncesi yapılan teşhis ve öngörülerin, bugünün yaklaşımlarından çok daha ileride olması düşündürücüdür. Edinburghda kurulan Doğa ve Kanser Tedavisi Araştırma Cemiyeti 1802de yaptığı değerlendirmede şunları belirtiyor: “Kanser söz konusu olduğunda, sadece iklimin etkilerini ve yerel durumu gözlemek yeterli değildir. Aynı zamanda metaller ve imalat ürünleri, maden ve kömür ocakları, ordu ve donanma, pasif ve aktif işler, evlilik veya bekârlık durumu, farklı cinsiyetler ve daha pek çok durumu da gözlem altına almamız gerekir. Kadınların erkeklere göre daha fazla kansere yakalandığı ispatlandığı takdirde, o zaman; rahim ve meme kanserine yakalanan kadınların evli olup olmadığına, evli ise çocukları olup olmadığına, çocukları varsa emzirip emzirmediklerine bakılabilir.”

Parisli Dr. Stanislas Tanchou, 1843’te Fransız Bilimler Akademisine hitaben yazdığı bir yazısında; kanserin medeni ülkelerde çok daha yaygın olduğunu ve bu yönüyle deliliğe benzediğini belirtti. Paris’in merkezindeki kanser oranının, banli-yölerdekinden daha fazla olduğunu ortaya koyarak şunları yazdı: “Kanser; Müslü-manlardan ziyade Hıristiyanlarda, İngilizlerden ziyade Fransızlarda, vahşi hayvanlardan ziyade evcil hayvanlarda, çiftçi kadınlardan ziyade şehir kadınlarında görülmektedir. Afrikada ise hiç görülmedi.’’14

Dr. Tanchou’nun 170 yıl önce yaptığı tespitleri bugün de yapmak mümkün, ancak bir farkla. Artık Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi tüketmeye başladıkları için, kanser onları da çepeçevre kuşattı. Elbette Afrika’nın zenginleşenlerini de. Çocuk doğuran ve onları emziren anneler ve köylüler daha az kanser oluyor. Meselâ, hâlâ hurma ile beslenen Arap köylülerine kanserin hemen hemen hiç uğramamış olması, bu durumun beslenmeyle ne kadar ilişkili olduğunun çok açık bir göstergesi.

îslâm, hayatın her alanını düzenler, gıda ve diğer tüketimlere de helâlliğin yanı sıra, temiz olma koşulunu getirir. İslâm, temiz olmayan şeylerin, bırakınız insana, diğer canlılara verilmesine de izin vermez.

Bugün gıdalarla zehirlenen insan, güya ilaçlarla tedavi amacıyla âdeta gönüllü kobay olarak kullanılır. İnsanlığın düşmanları, daha fazla kazanmak ya da kurdukları hâkimiyeti kalıcı kılmak için bununla da yetinmez. Kanser ettikleri insanları, kemoterapi ve radyoterapiye maruz bırakırlar. Kanser Savaşları kitabı bu noktaya dikkat çekiyor: “Hiçbir şey radyasyon kadar korku uyandırmaz. Bu korku radyasyonun, her zaman her yerde bulunması ve görünmez olması, potansiyel tehlike barındırmasından kaynaklanıyor. Radyasyon reaktör atıklarından ve uranyum kalıntılarından, röntgen makinelerinden, nükleer denemelerdeki radyoaktif serpintilerden kaynaklanıyor. Kâğıdı daha beyaz hale getirmek, porselen takma dişleri parlatmak için uranyum katılır. Kıymetli taşlar (meselâ topaz) renkleri güçlendirilsin diye radyasyondan geçirilir; gıdalar mantar ve böcekleri öldürmek için radyasyona maruz bırakılır. Gübrelerde kullanılan fosfatlarda ve sigaralarda kullanılan tütünde, radyoaktif izotoplar bulunur:”




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir